EMEKÇİ KADIN ÖRGÜTLENMESI ÖNÜNDEKİ ENGELLER VE DEVRİMCİ GÖREVLERİMİZ...
[Devrimci Cözüm Ocak 200]

Ülkemiz nüfusunun yarışım oluşturan kadınlar, devrimci mücadeleye katılması, kazanılması gereken bir potansiyeli oluşturmaktadır. Ayrıca bu potansiyeli örgütleme, varolan devrimci dinamizmlerini açığa çıkarma ve onları devrimci hareket içinde yer almaları doğrultusunda örgütleyerek mücadeleye seferber etmek -ki bu durum hem kendi özgürleşmesini, hem de tüm toplumun kurtuluşunu sağlayacak önemdedir- Devrimci Hareket açısından oldukça önemli bir durumdur. Çünkü geleceğin toplumunu yeşertme mücadelesinde olan bizler, geleceğin toplumunu yaratırken bugünden geleceğin -hem kadın hem erkek olarak- yeni insanım yaratma cabası içerisindeyiz.

Devrimci hareketin tarihine baktığımızda geçmişten beri, gerek kendi programma, gerekse de faaliyet yürüttüğü tüm alanlarda çıkarmış olduğu program ve hedeflerinde kadın çalışmasına, kadın örgütlenmesine ayrı bir önem vermiş ve bu noktada zorlayıcı da olmuştur.

Tarihimizin bir çok döneminde çeşitli kadın örgütlenmelerini yaratmıştık. Ne var ki bu örgütlenmeleri ve mücadelesini sürekli bir hale getirip, kurumlaştıramadık. Bu noktada geçmişten bugüne bakıldığında, ülkemiz potansiyeline sürekli cevap verebilecek ve her süreçte potansiyeli örgütieyebilecek-kurumlaştıracak örgütlenmeleri yaratmada başarılı olduğumuz söylenemez. (Bu duruma rağmen, ülkemiz siyasi yaşamında, devrim ve sosyalizm mücadelesinde, gerek nitelik olarak, gerekse de nicelik olarak -kadın kitlesi, kadro ve yönetici kadın olarak- hareketimizde kadınlar oldukça önemli bir yer almışlardır.)

Kadının siyasal bilince ulaşarak, kendi gerçek kimliğini bulması, kendini ifade edebilmesi için yeni kanallar yaratması, bir sığıntı gibi yasayarak, ikinci sınıf insan konumundan kurtulması, eve, mutfaka, yatağa olan hapisliğinden kurtulması ve kendi geleceğini belirlemede söz, karar ve örgütlenme hakkını alabilmesi için örgütlenme ve mücadele bilinci kazanması gerekmektedir. Kazanacağı siyasal bilinçle ancak özgürleşecektir.

Özcesi. kendi kimliğini, insani kimliğini kazanabilmesi için devrimci politikalar çerçevesinde yaratılacak olan örgütlülüğün içinde örgütlenip, kendi haklarına sahip çıkması ve bu hakları kazanabilmesi için mücadele etmesi, ayrıca toplumsal gelişmelere kadın cephesinden cevap verecek ve en geniş kadın yığınım içinde barındıracak devrimci bir kadın hareketin! yaratmak gerekmektedir.

Bu anlamda tüm sorunumuz ülkemiz kadın potansiyelini açığa çıkartacak devrimci kadın örgütlenmemizi yara-tarak, oluşturulacak devrimci politikalarla kadınlanmızı örgütleyebilmektir. Teorik olarak tüm bunlar doğru iken, kadınları neden örgütleyemiyoruz? Kadınların örgütlenmesi önündeki engeller nelerdir? Bu sorulara yönelik yapılacak doğru değerlendirmeler üzerinden oluşturulacak devrimci politikalarla örgütlenmeler önündeki engelleri kaldırabilir, mevcut süreçte de kadınları örgütleyerek devrim mücadelesine katabiliriz.

Yüzyılların şekillenmesinin, feodal değerlerin, geri-ahlaki değerlerin hüküm sürdüğü ve erkek egemen toplumsal bakış açısının hakim olduğu düzenin tüm ilişki ve işleyişinde kadına yönelik bakış açısından kaynaklı sorunları ortaya koymaya çalışacağız.

AİLE VE KADININ AİLEDEKİ YERİ
Özel mülkiyetin varlığının sürdüğü tüm sınıflı toplumlarda aile, düzenin temel kurumudur. Çünkü düzen, mülkiyet ilişkileriyle, kültürüyle, ahlakıyla, değer yargılarıyla, siyasal-sosyal tüm yaşam ilişkileriyle kendini en iyi biçimde aile içinde somutlamaktadır. Daha da ötesi aile kendini sürdürdüğü sürece, düzen kendini ailede yeniden üretmektedir. Özel mülkiyetle ortaya çıkan aileye duyulan ihtiyaç, özünde mülkiyetin miras olarak sonraki kuşaklara devredilmesi ihtiyacıdır. Tüm bu ihtiyaçlar, çocuğu doğuracak kadını da mülkiyet altına almayı gerektirmektedir ki, asıl olarak özel mülkiyetin ortaya çıkmasıyla, kadın ailede erkeğin mülkü durumuna girmiştir.

Bu noktada kadın erkeğin mülkü olarak ailede ikinci konumda olmasına rağmen, düzenin ilişkilerini birinci olarak da kendinde ifade etmektedir. Ve bu oldukça köklü bir durumdadır. Nasıl ki, aile düzenin bekçisi, koruyucusu ve kendini devam ettirici konumdaysa, kadının ailedeki konumu da aynıdır. Aile ilişkilerinin koruyucusu, bekçisi kadındır. Ve ailenin devam etmesinde de kadın belirleyicidir. Bu da kadında köklü bir aileciliği, aile kültürü ve ahlakım doğurur. Doğaldır ki, yüzyıllardır bu böylesine köklü bir aile kültürü ve ahlakım benimseme ve onu yeniden üretmede önemli işlevler yüklenen kadının aileden kopuşu oldukça zordur.

Yüzyıllardır düzenin en temel kurumu içerisinde şekillenen ve yetişen kadının örgütlenmesinin önündeki önemli faktörlerden biridir aile...

Bu yanıyla kadının örgütlenebilmesi için öncelikle burjuva tipi aile ilişkilerinden kopuşun sağlanması gerekmektedir. Bu kopuşun hem düşünsel, hem duygusal hem de güdüsel temelde olması gerekir. Özcesi, aile ilişkilerinden kopuş, düzenden kopuşun, yani örgütlenmenin ilk adımıdır kadın için...

Burada bir parantez açmakta yarar var. Düzenden kopuşun ilk adımı olarak tanımladığımız aile ilişkilerinden kopuşun, fiziksel kopuş olarak algılanmaması gerekmektedir. (Bu sadece kadın için değil, erkek için de böyledir.) Geçmişte örgütlenme içinde yer alan her bireyimizin yaptığı ilk işti fiziksel kopuş. Ne var ki düşünsel, duygusal ve güdüsel olarak düzenin aile ilişkilerinden kopulamadığı için de sürekli bu noktada sorunlar yaşanmakta, koptuğu zannedilen aile ilişkileri, kafada daha çarpık gelişerek, aileye geri dönüşün ve aile özlemi beslenmesinin zeminini de yaratarak örgütten kopmaya kadar götürmüştür. Bu noktada devrimci hareketin de geçmişte aile olgusunda yaklaşımının da devrimci bakış eksikliğinden kaynaklı olarak, örgüt içinde bir çok insanın aileye bakışında da, ilişkilerinde de çarpıklıklar oluşmasına neden olmuştur.

Oysa aile kurumu ve ilişkileriyle bir gerçektir ve bu gerçekleri yok saymak devrimci bir yaklaşım değildir. Önemli olan aile olgusunu, gerçekliğini tam olarak çözümleyip, bu çözümler doğrultusunda aileye yönelik devrimin, sosyalizmin hedeflerin! gözeterek, bu hedeflere bağlayarak devrimci-doğru bir yaklaşım sunabilmektir. Dahası bugünden gelecek toplumun aile ilişkilerinin nasıl olacağını belirleyerek, her insanımızın kafasında bu ilişkiye bakış devrimcileştirilerek, buna uygun davranmasını sağlamaktır. Aile olgusu tek basma, daha kapsamlı bir yazı konuşu olduğu için şimdilik kısaca bakışımızı ortaya koyduk.

GELENEKLER VE KADIN
Gelenekler; toplumun içinde bulunduğu üretim biçiminden, ekonomik, sosyal, siyasal yaşamdan kaynağını alan, bu yanıyla tüm toplum tarafından kabul gören, yazılı kaynaklarla birlikte yaşama belli kurallarla yön verdirten, sözle, davranışla dile getirilen değer yargıları ve geçmişten devralınan mirastır. Ve bir toplumun kuşaktan kuşağa aktardığı, töreler, alışkanlıklar ve davranışlarıdır. Bir toplumun aktardığı yazılı olmayan kurallar olduğu kadar, kültürel değerlerinin, insan ilişkilerinin, tecrübe ve birikimlerinin tümüdürde... Özellikle burada belirtilmesi gereken bir yan vardır ki, o da toplumdan devralınan mirasın hangi biçimde olursa olsun kendi koşullarına cevap olduğu sürece o gelenek varlığını sürdürür, ya da yenisini onun üzerinden şekillendirir. Aksi halde gelenek yok olur gider.

Bizim gibi toplumlarda, mevcut ekonomik-sosyal-siyasal koşullarda geleneklerde değişim çok fazla kendini göstermez. Bu gelenekler tüm toplumun gelenekler tüm toplumun gelişiminin üzerinde gerici bir rol oynarken, kadın açısından özellikle oldukça fazla gerici bir işleve sahiptirler. Öyle ki, toplumda kadının yaşam tarzının,tümünü neredeyse bu gelenekler belirler. Bu belirlemeyle birlikte kadın, aynı zamanda toplumda geleneklerin devam ettirilmesinde de belirleyici bir rol oynar. Her zaman görürüz ki, toplumumuzda geçmişten devrelinin mirasa her zaman en fazla sahip çıkan ve aktaran kadın olmuştur (Bunun en önemli nedeni, ekonomik ilişkilerin ve üretimin dışında kalmasıdır. Yaşadığımız mevcut sürecin koşullarından kaynaklı olarak üretime katılan ve ekonomik-sosyal ilişkilere giren kadın tam anlamıyla olmasa da, mevcut gelenekleri parçalayarak, toplumsal yaşama katılma kurallarım geçmişe göre değil de, günün koşullarıyla, kendine, ailesine, çevresine göre belirlemeKtedir.)

Bu nedenle kadın, dayatılan, yeniyi temsil etmeyen geleneklerin sürdürücüsü konumundadır. Kadın olarak kendisinin değersizleştirildiği, toplumsal yasamdaki konumunu değiştirmediği, daha da sağlamlaştırdığı halde, üstelik ekonomik ve siyasal yaşamın tüm zorluklarıyla birlikte, sömürü ve baskı koşullarının giderek arttığı mevcut ' süreçte de kadınlarımıza baktığımızda, hala geleneklere, hala geri olan değerlere sahiplenmekte ve yaşam tarzına bu geleneklerin yön vermesine izin vermektedir. Dahası bu geleneklerle özdeşleşmiş durumdalar çoğu zaman da... Sömürü ve baskı toplumu olan mevcut düzenin kalıcı olmasında önemli rol oynayan geleneklerle şekillendirilen bir yaşam tarzı ve bu geleneklerin sürdürüşü olmak kadın için iki kez sömürülmesinin, her bakımdan ikinci sınıf insan olarak, kendi gerçek kimliğini elde edemeden yaşamasını sağlarken, örgütlenmesinin ve özgürleşmesinin önünde de önemli engel olacaktır.

Şu bir gerçekliktir ki, bugün toplumumuzda kadının yaşamına yön veren gelenekler, egemen ideolojinin, egemen sınıfın bakış açışım yansıtmaktadır. Ve bu yansıyan bakış açısının tek hedefi de kendi düzenlerini devam ettirerek, tüm toplumu köleleştirerek, her şeye boyun eğen, kendine başkaldırmayan ve emeklerini çok ucuza satan olarak, sürekli kendisine artı-değer kazandıran birer "meta" konumuna getirmektir. Bu erkek için de kadın için de söz konusudur. Ne var ki, kadın bu geleneklerin hem daha fazla sahiplenicisi, hem de sürdürücüsü konumunda olduğu için de, bu gelenekleri parçalamada kendisine daha fazla iş düşmektedir. Ve bu gelenekleri parçalayabildiği oranda kendi çevresini kuşatan çemberi kırmaya başlayacaktır.

Burada üzerinde durulması gereken önemli bir yön, kadının, geçmişten bu yana devraldığı -miras aldığı- gelenekleri geri bırakarak, onun yerine mevcut sürecin yoz-çürümüş, daha da köleleştiren ilişki-işleyişinin oluşturduğu "yeni değerleri"(!) benimseyip, yaşamına yön vermemesidir. Toplumun geçmişten gelme gelenekleri gerici bir rol oynarken, mevcut sürecin değerleri ve ilişkileri "ileri" ya da "gelişmiş" değildir. Her ikisi de sömürü ve baskı düzeninin istediği başkaldırmayan, köle insanları yaratmaya yöneliktir.

Bu nedenle sistem içinde üretime giren, evde yaşayan kadın olsun, ekonomik-siyasal ilişkilere giren kadın olsun, hem geçmişin hem de mevcut sürecin şekillendirdiği gelenekleri tümden reddederek, insanın sömürülmediği, kadının kölelikten kurtularak özgürleşmeye başladığı, kendi gerçek kimliğiyle kendini ifade edebilen bir kişilik kazandığı yeni toplumun, yarının toplumunun ilişkilerini, davranış ve alışkanlıkların, geleneğini bugünden yaratıp, toplum içindeki yaşamına bu geleneklerle yön verme cabası içirde olmalı ve bu faaliyetle yön verecek, düşünsel-pratik olarak bilinci çıkartabilecek devrimci kadın örgütlenmesinin içinde yer alarak sistemin kendini üretmesi için bir araç olarak kullanıldığı geri-yoz çürümüş gelenek ve değerlerin yerine, yeni devrimci gelenekler yaratabilmeli.

DİN VE KADIN
Egemenlerin toplumu islediği gibi yönlendirme ve sömürmesinde önemli bir araç olan din, etkisin! en fazla kadınlar üzerinde göstermiştir. Giyiminden, kuşamına, erkekle olan ilişkisine, bir bütün olarak toplumdaki yaşam tarzının şekillenmesinde etkili olan hep din olmuştur. Kadının yok sayıldığı, tek işlevinin erkeğine hizmet etmek ve erkeğe kul-köle olma anlayışı söz konusudur dinde. Toplumdaki gerici geleneklerin sürdürülmesinde en fazla yaptırım gücü olan olgu yine dinin kendisidir. Öyle ki, bizim gibi toplumlarda dinin etkisiyle oluşan geieneklere karşı çıkma, neredeyse yaşanılan toplumun dışına itilme anlamına geldiği gibi, fiziki olarak da bir çok cezayla, yaptırımla karşı karşıya kalmak anlamına gelir. Ki bu durum "günah işleme" korkusuyla, cezalandırılma korkusuyla, geieneklere daha fazla bağlanmayı da beraberinde getirir.

Ülkemizde de her dönem kitleleri boyunduruk altına almanın, her şeye boyun eğen, kendini sömürenlere, baskı-zulüm uygulayanlara karşı tepki vermez hale geliten, doğada, toplumda yaşanan her olay olgu, şey konusunda nedenini-niçinini araştırmayan, sorgulamayan, düşünmeyen kişiHkier oluşturmada çok önemli bir faktör oian din, kadınların cins olarak da -iki kez sömürülmesinde- önemli bir işleve sahiptir. Bu sömürüyü direk inancın yaratmış olduğu gelenekler sayesinde gerçekleştirmektedir. İnsans insanlığından çıkaran, kadını gerçek kimliğinden iyice arındırarak daha fazla yabancılaştıran bu gelenekleri de kadın olarak, insan olarak parçalamak, gerçek kimliğimize, insan kimliğimize ulaşmak sorumluluğunu taşımalıyız. Eğer toplumda sürekli köle gibi yaşamak istemiyorsak...

MEVCUT SÜREÇTE DÜZENİN KADİNA BİÇTİĞİ ROL
Toplumumuzda kadın çifte sömürü yaşamaktadır. Mevcut sistem içinde sömürü ve baskıya maruz kalan kadın, bununla birlikte ataerkil düzenin erkek egemen anlayışıyla şekillenen ve geri feodal ilişkilerin oluşturduğu gelenekler, ahlaki değerler karşısında ikinci sınıf insan olma statüsüyle ayrı bir sömürüye ve baskıya uğramaktadır. Bu bağlamda özellikle kapitalist ilişkilerin hakim olduğu ülkemizde, yani her şeyin meta olarak görüldüğü bir sistemde, kadına bakış açışı da, sömürünün sürekli olduğu bir Pazar içinde, mülkiyet konumunda olup, meta olarak değerlendirilmekte. (Yani bir alım-satım değeri, kullanım ve değişim değeri olan bir "ma!" gibi değerlendirilmekte) ve kadına yaklaşım da, bakış açışı da bu temelde şekillenmektedir. Toplumdaki rolü buna uygun hale gelmektedir.

Sistem, yaşadığımız mevcut süreçte, tüm topluma yönelik olarak hakim ideolojisiyle şekiliendirmeye, yaratmaya çalıştığı kültür anlayışıyla yine bu toplumda önemli bir potansiyel ve dinamik olarak gördüğü kadını da özel olarak hedeflemiş ve sistemin istediği "pazarın" ihtiyaçlarına cevap verebilecek tarzda kişilikler yetiştirmeyi hedeflemiştir. Sistem şunu çok iyi bilmektedir: iki kez bastırılan, sömürülen, ezilenler daha fazla başkaldırı dinamizmi taşırlar. Nitekim sistemin hem insan olarak hem de cins olarak ortaya çıkan çifte sömürü nedeniyle kadın dinamizmini çok iyi bilmektedir. Bu dinamizmin nasıl açığa çıkarıldığım da ülkemiz mücadele süreçlerinde defalarca görülmüştür. Ve kısaca bu mücadele süreçlerine değinmekte yarar görüyoruz:

GEÇMİŞTE KADINLARIMIZİN MÜCADELEDEKİYERİ
Ülkemizde kadınlar kendini eve hapseden, metalaştıran, aşağılayan ve enerjisini kendi hakları için kullanmasın! engelleyen sistemin içerisinde değil, şişleme karş; gelişen mücadele içerisinde kendilerini ifade etmişlerdir. Bu mücadele içinde kendi kimlik ve saygınlıklarım kazanmışlar, tepki ve öfkelerini açıkça ifade ederek, hak ve özgürlüklerinin peşinden koşabilmişlerdir.

12 Eylül öncesi dönemin en büyük özelliği anti-faşist mücadelenin yoğunlukla. yaşanmasıydı. Yani 12 Eylül öncesi verilen mücadele, faşizme karşı anti-faşist tavır ekseninde ifadesini bulmuştur ve mücadele çok hızlı gelişerek keskin çatışmalara dönüşmüştür. Gerek toplumsal şekillenmenin etkisi, gerekse de genel yaşanan sürecin toplumsal ilişkilerindeki kadının konumu dolayısıyla, bu süreçte mücadelede kadın ve kadın sorunları, kadını devrimden talepleri vb. geri plana düşmüş ve mücadele içinde kadınlar nicelik olarak %10'u geçmemişlerdir. Ayrıca birkaç istisna dışında yönetici kadınlar olarak görev de almamışlardır.



Devrimci Kadın

Hauptseite