Ek Bölüm: III
KADINLAR OLMAKSIZIN DEVRİM DEVRİMLER OLMAKSIZIN KADININ KURTULUŞU DÜŞÜNÜLEMEZ

Dünya nüfusunun yarısını oluşturan kadın...
Ademin kaburga kemiğinden yaratılan kadın...
Erkeğin korumasına muhtaç kadın...

Toplam işgücünün 1/3'ünü oluşturduğu halde dünyanın yarısını ürettiği gıdayla besleyen, işlerin 2/3' ünü yapan kadın...
Erkeğin ücretinin yarısını, en çok %70' ini alan kadın...
Dünyada %42'si okuma-yazma bilmeyen kadın...
5 yaşına kadar ölüm oranları erkek çocukların iki katı olan kadın...
......

Kadına ilişkin bu tabloyu genişletmek, ayrıntılarını çizmek olanaklı. Ancak kadın sorununun boyutunu ve ciddiyetini göstermek için ek bir çabaya gerek yok. Çünkü kadın sorunu, üzerinde en çok yazılıp çizilen, en çok istismar edilen konulardan birini oluşturuyor. Kimine göre böyle bir sorun yok, kimine göre ise her şey bu sorun etrafında dönüyor.

Kadına ve kadın sorununa çok farklı yaklaşımlar sözkonusu. Evet, kimdir kadın, nedir kadın sorunu? Bu sorunu hangi yanıyla tartışmak gerekiyor?

Günün birkaç saatini kuaför salonlarında geçiren kadını mı tartışıyoruz, çocuğunu su testisi gibi taşıyan, tarladaki bir gölgeye yatıran köylü kadınını mı?

Güzellik salonlarında daha fazla kalabilmek için gününü programlayan kadını mı tartışmak gerekiyor, gün ağarırken evinden çıkıp gün batımında evine dönen köylü kadınını mı?

Partiden baloya, balodan defileye koşuşturup duran kadının ''sorunlar''ını mı tartışmalıyız, boğaz tokluğuna tezgah başında ömür tüketen, çocuğunu emzirme olanaklarından dahi yoksun işçi kadınını mı?

Hayvanseverler Derneği, Fakir Çocukları Koruma Derneği, Lions Kulübünde göz boyayıp, vicdan rahatlatan kadınların etkinliklerini mi tartışalım, dünyası gecekondu duvarlarıyla sınırlı kadınları, zengin evlerinde temizlik ve çocuk bakımında çalışan kadınları mı?

Evet, hangisini tartışalım?

Yoksa, ''adı olmayan'' küçük-burjuva ''aydın'' kadınların aşk özgürlüğünü, ''tabuları yıkma'' faaliyetlerini, erkek düşmanlığını mı tartışalım?

Hayır, bizim sorunumuz burjuva kadınının ve burjuva kadına özenti içinde bulunan kimi küçük-burjuva ''aydın'' kadınının ''sorun''larını ve sosyete sayfalarına taşan bunalımlarını tartışmak değildir.

Bizim konumuz özgürlük ve tabuları yıkma adına, cinsel sapıklıkları tartışanlarınkinden farklıdır. Biz; işçi, emekçi kadınları, küçük-burjuva kadınları ve onların kurtuluşu sorununu tartışıyoruz. Konuya sınıf bakış açısıyla yaklaşıyoruz ve sorunu salt cinsel açıdan ele alarak, işçi kadınla burjuva kadınının sorunlarını aynı kefeye koyup çözme iddiasında olanlarla ayrılıyoruz.

Kadın sorununun çözümünü mevcut düzende, burjuva reformlarda, kağıt üzerindeki değişikliklerde arayanlarla da yollarımız ayrılıyor. Kadın sorununun çözümünü devrimde görmekle birlikte, eller göğüste birleştirilip beklenilsin demiyoruz. Bu düzende de olsa, kadın haklarını genişletmede, iyileştirmeler sağlamada adımlar atılacağına, bu mücadelenin de verilmesi gerektiğine inanıyoruz. Ama mücadeleyi, bu kadarla sınırlamıyor ve hedef gösteriyoruz: ''Devrimler olmaksızın kadının kurtuluşu düşünülemez!''

DÜNDEN BUGÜNE KADIN

Egemen sınıf ideologlarının yazıları incelendiğinde, tarih boyunca kadının ikincil durumda olduğuna ilişkin yalanlarla dolu olduğunu görürüz. Ve burjuva ideologları, kapitalizmde kadının alınyazısının değiştiğini, kadına eşitlik sağlandığını ispat için yalan ve karalamaya başvururlar. Onlara göre kadın, kurtulmuştur. Eşitlik sağlanmıştır, yasalar önünde kadınla erkek eşittir!

Gerçekler böyle midir? Burjuva yasalarında kağıt üzerinde varolan kadın-erkek eşitliği, gerçekte sağlanmış mıdır?

Egemen sınıfların çanağından beslenen kalemşörlerin iddia ettiği gibi, kadının yeri hep erkekten sonra mı olmuştur?

Bu soruların cevabı, toplumların tarihinde yatıyor. Toplumlar tarihine, tarihsel materyalizmin ışığında eğilen Marksist-Leninistler göstermişlerdir ki, ilk insan topluluklarında kadın, topluluğun lideridir. Bu gerçeğin ortaya çıkışı, kadının liderlikten ''özgür köle''liğe dönüşüm tarihinin daha titiz incelemeden geçirilmesi gerektiğini ortaya koyuyor. Bu inceleme, ''saçı uzun aklı kısa'' nitelemesine layık görülen, din tarafından ''erkek, tanrı için, kadın; erkek için yaratıldı'' denen kadının köleleşmesinin tarihini açığa çıkaracaktır.

Amazon Kadından Köle Kadına

İnsanoğlu henüz efendiler ve ezilenler olarak bölünmeden önce, ne baskı, sömürü ne de kadın-erkek eşitsizliği vardı. Kadın horlanmıyor, mal gibi satılmıyordu; kadının toplumsal yaşama katkısı çocuk büyütmek, yemek pişirmekle sınırlı değildi. Doğurganlığının ona sağladığı saygınlığı, topluluk içinde bitki toplama işinin, erkeğin avında olduğu gibi rastlantılara bağlı olmaması ve düzenliliği ile daha da artıyordu. Soy zinciri kadına göre belirleniyordu. Bu nedenle ailede lider kadındı. Fantastik öykülerde erkek düşmanı olarak tanıtılan Amazonlar, anaerkil topluluklarının Anadolu'daki son örnekleriydi.

Toplumsal işbölümünde fiziki güç gerektiren işlerin önem kazanmasıyla, kadının topluluktaki yeri ilk kez sarsıldı. Ve özel mülkiyetin ortaya çıkışıyla birlikte, miras kalacak çocuğun babasının belli olmasının zorunluluğu kadını liderlikten düşürdü. Anaerkillik sona erdi. Erkeğin üstünlüğüne dayalı ataerkil aile doğdu. Kadın üretimde ve toplumsal yaşamdaki söz hakkını, saygınlığını yitirdi; erkeğin kölesi haline geldi.

Özel mülkiyet kadını erkeğe yenik düşürmüş, erkeğin keyif ve çocuk doğurma aleti haline getirmişti. Kadın, erkek için, mirasını devredeceği çocukları doğuran bir canlıdan ve hizmetçiden başka bir şey değildi artık.

İlk sınıflı toplum olan köleci toplumda kadının köleliği iki kat arttı. O, hem köle sahibinin, hem de kocasının kölesiydi.

Savaş ganimeti, esir pazarlarının başta gelen malı olan kadın; feodal dönemde önce senyörün, sonra da evlendiği erkeğin malıydı. Senyör ona koca seçer, satar, döver, cezalandırabilir, başkasına verebilirdi. Kadının erkek çocuğu, 7 yaşından itibaren -babası yoksa- ailenin reisi olurdu ve öz annesi ona itaat etmek zorunda kalırdı. Senyör ilk gece hakkına sahipti. Kadın toprağı işleyen bir emekçi, bir zevk aracı ve anaydı. Cadı ilan edilerek yakılan da oydu, manastırlara kapatılan da. Senyörün izni olmadan kimseyle evlenemezdi. Kilise, evliliği ruhların birleşmesi olarak kabul etmişti, cinselliği reddediyordu. Ama aynı kilise fuhuşu, ''gerekli bir kötülük'' olarak kabul ediyordu.

Feodal dönemi belirleyen kilise gibi, İslamiyet de kadını aşağılıyor, onu şeytanın yönlendirebileceği bir tehlike olarak niteliyordu. Dinsel otorite, erkek için suç sayılmayan her şeyi kadın için suç sayıyordu. Kadının taşlanarak öldürülmesi, kırbaçlanması basit cezalardı. Kız çocuklarının diri diri toprağa gömülebildiği, çürüyen kölecilik ilişkilerinin içinden çıkan İslamiyet; kadını, köleci ilişkilerin tutsağı olmaktan çıkardı; ama bu kez feodal gericiliğin karanlığına soktu. Kadının diri diri gömülmekten kurtulması ve kısmi miras hakkına kavuşması, ezilip horlanmasının sona ermesi anlamına gelmiyordu.

Çünkü tüm dinler gibi İslamiyet de erkeği yüceltti. İslamiyet kadını erkeğin yarısı, erkeğine itaat eden bir köle, çocuk doğuran bir varlık olarak görüyordu. Ve kadının toplumsal yaşamdaki konumunu en geriye iten dindi. Kadına suskunluğu, kaderine boyun eğmeyi, cennette ikinci sınıf muameleyi vaat eden İslamiyet, koca dayağının haklılığını hadislerine geçirdi. Kadının yeri ev ve analıktı. Bin yıldır insanımızın geleneklerine yön veren, ruhunu biçimlendiren İslamiyetin kadına bakışını Kuran'dan okuyalım:

''... Erkekler kadınlardan üstündür. Çünkü Allah onları bir çok şeylerde kadınlardan üstün etmiştir. Çünkü onlar kadınlarını malları i!e geçindirirler, doyururlar. İyi kadınlar da itaatli olurlar ve Aslah onların hakkını nasıl korumuşsa, onlar da kocaları yanlarında olmasa bile iffetlerini korurlar.'' (Nisa Suresi)

Kadınların zayıf ve korunmaya muhtaç mahluklar olduğunu iddia ederek, erkeğe dört kadını meşru bir hak olarak gören İslamiyet'tir. Kilise boşanmayı neredeyse yasaklamışken, İslamiyet kadının geleceğini erkeğin dudakları arasından çıkacak ''boş os'' sözcüğüne bağlamıştır.

Feodal toplumda kadını çevreleyen baskı zinciri yalnızca kiliseden, şeriattan, derebeylerden ibaret değildi. Evinde de kendisini mal edinmiş erkeğin tutsağıydı. O, önce bir toprak kölesiydi, sonra evin kölesi ve en sonu anaydı.

Burjuvazi kadın üzerindeki feodal baskıya son verdi. Kadınlar Ortaçağ karanlığını 'eşitlik' sloganlarıyla aralayan burjuva harekete tüm güçleriyle katıldılar. Ne var ki, burjuva devrimlerinin sağladığı özgürlük ortamı da, yerleşen burjuva düzeni de kadına beklediği özgürlüğü tanımadı. Kölecilikten kapitalizme kadının durumundaki değişiklik köleliğin biçim değiştirmesiydi.

Emekçinin özgürlüğünü, işgücünü en elverişli koşullarda satması olarak tanımlayan burjuvazi, kadının feodal baskıdan kurtulmasını da aynı mantıkla savundu. Sermayenin canlı ve üretken öğesi işgücüne gereksinimi olan burjuvaziye, kadın, yalnızca ev kölesi olarak fazlaca yarar sağlayamazdı. Kadının emeğini sömürebilmesi için kadını fabrikaya getirecek kadar özgürlük tanıması gerekiyordu. Burjuvazi de bunu yaptı.

Böylece kapitalizm, sanayi devrimiyle yükselirken temel harcına kadın ve çocukların da kanını kattı. Berbat çalışma koşullarında, burjuva ideologlarında dahi merhamet uyandıran acımasızlık içinde kadınlara ve çocuklara, madenlerde, fabrikalarda ücretli kölelik yaptırdı. Kadının ucuz işgücü 16-18 saate varan işgünleriyle sömürüye tabi tutularak sermaye ihya edildi.

Sömürmek için kadını evinden çıkararak fabrikaya getiren burjuvazi beklemediği bir şeyle karşılaştı. Kapitalizmin toplumsal üretimde geniş ölçüde yer verdiği kadın, kendini çevreleyen baskı koşullarının yıkımında da öne fırlamıştı.

BEBEL, ''1789 büyük devrim patlamasından önceki 20 yıl boyunca kadınlar, yığınlar halinde politik ve bilimsel derneklere koşuyorlardı'' derken bu gelişmeye işaret ediyordu. ''Devrimin Dostları Kulübü'' gibi erkeklerle eşit haklara sahip olmayı amaçlayan örgütlenmeler oluşturdular. İnsan Hakları Bildirisi yayınlanınca, kadınlar da seslerini duyurabilmek için ''Kadın Hakları Bildirisi''ni kaleme aldılar. ''Kadın darağacına çıkma hakkına sahiptir, yargıçlar kuruluna yükselme hakkına da sahip olmalıdır.'' (Kadın ve Marksizm, s.25) diyorlardı. Fransız ihtilalinin en ateşli yıllarında; 1793'te ise, bu kez Konvansiyon'dan siyasal haklar talep ediyorlardı. ''Kadınlar siyasal haklarından yararlanmalı ve yönetim ilişkilerine etkin şekilde katılmalı mı, siyasal dernek ya da kitle örgütü kurabilecekler mi?'' sorusunu yöneltiyorlardı. Eşitlik, özgürlük sözlerini çoktan unutan burjuvazi, bu soruları kadın kuruluşlarını yasaklayıp lağvederek, önderlerini giyotine göndererek cevapladı.

Burjuvazi kadını ortaçağ karanlığından kurtarmıştı kurtarmasına ama, kendi çıkarlarına ters düşen kadın nüfusunun aydınlanmasına dönük bir hareketide hoş görmüyordu. Kilisenin kalın duvarlarını yıkan burjuvazi, ondaki uyuşturan afyona dokunmamıştı. Kilisenin idari tasarrufunu, otoritesini yıkmıştı; ama örneğin ''tanrı kadını erkek için yarattı'' biçimindeki, kadını bağlayan zinciri bilinçli olarak parçalamamıştı. Aksine yasalarla kadının zincirini sağlamlaştırdı. Kadın hâlâ evin kölesi olarak kabul ediliyordu. Oy hakkı dahi tanınmamış, yöneticilik yapabilmesi engellenmişti. Napoleon Kanunu olarak bilinen dünyanın ilk medeni kanununda burjuvazinin kadına bakışındaki gerçek, 213. maddede tüm çıplaklığıyla sergilendi.

''Koca karısını korumalı, kadın ona itaat etmelidir.''

Ortaçağda evin kölesi olan kadın, artık evin dışında da ''özgürleşerek'' modern bir köle haline gelmişti.

Yükselen kapitalizm kadınların sosyal, siyasal olaylara giderek daha çok katılımını engelleyemedi. İngiliz işçi hareketinde, Fransa'daki barikat savaşlarında kadının aktif katılımı vardı. Çalışma saatlerinin kısaltılmasını, mesleki eğitimi, atölyede eşit hiyerarşiyi, eşit ücreti, kreş hakkını, siyasal örgütlenme ve dernek kurma hakkını talep olarak öne çıkardılar.

Fabrikada işçi olan kadının yaşamında yeni ufuklar açılmıştı. Yeni koşullar kadının haklarını genişletme mücadelesini körüklüyordu. Kadınlar tüm devrim girişimlerinin içindeydiler. Devrim anlarının kahraman savaşçıları, barış dönemlerinin de demokrasi savaşçıları oldular. Burjuvazinin ev ile fabrika arasına sıkıştırmak ve özgürlüklerini gaspetmek istemesine karşı, verdiği mücadele ile geri adım atmayan kadın, hep ileriye yürüdü. Oy hakkını, soyadını kullanma ve benzeri haklarını aldı. Hatta yasalar önünde eşitliği kabul edilir oldu. Ama yasal eşitlik fiili eşitlik demek değildi. Çünkü kapitalizm kadın ve erkeğin fiili eşitliği koşullarını yaratamazdı, sistemin özü eşitsizlik üzerine kurulmuştu. Konuyla ilgili burjuva ideologları bu durumu timsah gözyaşları içinde inceliyor, kadının durumuna acıyorlardı! Ve tabii bu arada kadının erkekten az ücret alması, yeterince temsil edilmemesi, kalifiye işlerde değil de herhangi bir vasıf gerektirmeyen ya da ileri teknoloji istemeyen alanlarda çalıştırılmaları gibi sorunları es geçiliyordu.

Tüm dünya sosyalizmin öngünü olan emperyalizm aşamasını yaşarken, kadınların mücadeleyle aldıkları haklar dışında kadının durumunda özde bir değişiklik olmadı. Aksine emperyalist bunalımın çocuğu olan faşizm, kadını ''3K'' formülü ile aşağıladı. HİTLER, kadının işlevini kind, kuch, kirche olarak üç başlıkta topluyordu. Yani çocuk, mutfak ve kilise diyordu. Evinde mutfak ve çocukla ilgilenen kadın dini görevlerini aksatmamalıydı! Kadın çocuk doğurarak, ''üstün'' Alman ırkını çoğaltacaktı! Bu kadarla kalmadı tabii. Kadını evde köle haline getiren faşizm, işyerinde de onu yoğun biçimde sömürdü. İşgal edilen ülkelerdeki kadınlar hizmetçi gibi kullanıldılar. Faşistler tecavüz ettikleri kadınların çıplak fotoğraflarını savaş anısı olarak yakınlarına gönderiyorlardı. Toplu katliamları resmettikleri gibi.

Tüm eşitlik, özgürlük demagojilerinin altında, sınıflı toplumlardan bu yana değişmeyen eşitsizlik, ikinci sınıf vatandaşlık, horlanma, aşağılanma, cinsel meta olarak görülme vb. yatıyordu. Burjuvazi için kadının kağıt üzerindeki eşitliği yeterli oluyor, daha ötesi işine gelmiyordu.

''BİZİM KADINLARIMIZ''
 
''......
Korkunç ve mübarek elleri
ince küçük çeneleri, kocaman gözleriyle
anamız, avradımız, yarimiz
Ve sanki hiç yaşamamış gibi ölen
Ve soframızdaki yeri
öküzümüzden sonra gelen
Ve dağlara kaçırıp, uğrunda hapis yattığımız
Ve ekinde, tütünde, odunda ve pazardaki
Ve karasabana koşulan
Ve ağıllarda
lşıltısında yere saplı bıçakların
Oynak ağır kalçaları ve zilleriyle bizim olan kadınlar
bizim kadınlarımız''

(Nazım HİKMET, Kuvva-ı Milliye Destanı'ndan)

Ezilen kadının ülkemizdeki öyküsü farklı mıdır? Kurtuluş Savaşı'nda omuzunda top mermileri taşıyan Kara Fatmaların, Ayşelerin, Hatçelerin kaderi diğer ülkelerdeki kızkardeşlerinden farklı mıdır? Sorularımızın cevabı, hayır olmaktadır. Hatta ''bizim kadınlarımız'' diğer ülkelerdeki kızkardeşlerinden çok daha acılı, çok daha zor yüzyıllar yaşayarak bugüne geldiler.

Peki, bugün ''bizim kadınlarımız''ı kim temsil ediyor?

Hasbahçelerde binbir gece masallarını tekrarlayan, karavanlara jinekoloji aletlerini yükleyerek, doğum kontrolünü sağlayarak, kadınlarımızın sosyal konumunu yükselteceğini iddia eden ''papatyalar'' mı?!

Senede birkaç kermes, birkaç defile düzenleyerek topladıkları birkaç milyonu, elli milyonun ortak sorunlarına ''harcayan'' Lionesler mi?

Yoksa dünyada her gün binlerce insan açlıktan ölür, selden, kuraklıktan, savaştan milyonlarca insan mülteci yaşamına mahkum halde sürünürken, belediyenin kedi köpek itlafına açlık grevi yapan hayvansever kadınlarımız mı?

Bunlar değilse yalnızlığı, adsızlığı, cinsel özgürlüğü seçen kimi 'aydın' kadınlarımız mı temsil ediyor ''bizim kadınlarımız''ı?

Hayır, bunların hiçbiri değil. Bunların, ''bizim kadınlarımız''sa cins benzerliği dışında hiçbir benzerlikleri, ortak yönleri yoktur. Ayrı dünyalarda, ayrı sorunları, ayrı dilleri var. Çok uzağa gitmeye gerek yok. Bu ayrımın köklerini İslamiyette ve bir ümmet toplumu olan Osmanlı'da bulabiliriz.

Osmanlı'da Kadın

Osmanlı toplumu kadına, Batı'nın feodal toplumlarında olduğu gibi ancak doğurganlığı ölçüsünde değer verdi. Kadın çocuklarının vasisi olamazdı, boşanma hakkı yoktu. Kocasının ya da oğlunun, mutlaka ama mutlaka bir erkeğin yetkisi altında olmak zorundaydı. İslam hukuku daha ötesine izin vermiyordu. Kadının sokaktaki davranışı, nerelere gidebileceği dahi fermanlarla düzenlendi. Babası bile olsa bir erkekle beraber yürüyemez, belirli sokaklardan geçemezdi. Haremlik Selamlık uygulaması vapurlara, tramvaylara taşındı.

Tanzimat aydınları kadının bu statüsüne karşı çıkarken, her şeyde olduğu gibi Batı ile kıyaslamalar yaparak soruna yaklaştılar. Kadının kurtuluşunu değil ama en azından toplumun yaşayan, düşünen bir varlığı olduğunu işleyebildiler. 1908 Meşrutiyeti, ancak şehirlerdeki kadınlar için kısmi iyileştirme getirebildi. Sokağa daha rahat çıkabiliyor, çarşafı boynuna dolayabiliyor, belli okullarda okuyabiliyordu. Ancak, Tanzimat ve Meşrutiyet kırsal yörelerdeki kadının statüsünde hemen hiçbir değişikliğe yol açmamıştı.

I.Emperyalist savaş, Osmanlı kadınının en büyük hareket serbestisine kavuştuğu dönem oldu. İşgücüne olan ihtiyaç nedeniyle Osmanlı Devleti, peçeli kadınları silah ve dokuma fabrikalarında çalıştırdı, onlara ulaştırma, haberleşme, hastane vb. kuruluşlarda görev verdi. Kadına çocuk doğurması ve büyütmesinden başka bir değer vermeyen Osmanlı, zorunluluktan dolayı kadını toplumsal yaşama sokarak şeriatı bizzat ihlal etti! Fakat kadının sosyal, siyasal statüsünde değişme olmadı yine de.

Osmanlı tarihinden kadının payına düşen bunlardı. İslam bağnazlığının eve hapsettiği, evin içinde bir bölmeye koyduğu, sokağı cumbaların arkasından gören, peçeli, çarşaflı kadının, mahkeme tanıklığı geçerli değildir. Konuşması bile izne bağlıydı. Kısaca Osmanlı toplumunun kadını ev kölesiydi.

Osmanlı'nın tüm bağnaz tutumuna karşın Avrupa'daki burjuva demokratik hareket kadınları da etkiledi. Özellikle azınlık uluslardan kadınlar arasında yankı buldu. Sosyal konumlarına karşı çıkan kadınlar Batılı kıyafetlerle dolaştılar, resimlerini basında yayınlayarak olay yarattılar, dergiler, gazeteler çıkardılar. Yayınlanan gazetelerin çoğunda bir köşe de kadınlara ayrıldı. İttihat Terakki ''Kırmızı Beyaz'' kadın derneğini kurdu, bayrak ve flamalarla 1908 Meclisine yürüyen kadınlar, dinleyici olarak içeri girmek istediler. Feminizmden etkilenenler, ''Meşrutiyet erkeklerin bayramı, bizi de esaretten kurtarın'' çağrıları yaptılar.

Ama tüm bunlar, aydınlardan halka ve okumuş kadından cumbanın arkasındaki kadına ulaşmadı, aradaki mesafeyi kapatamadı.

Kurtuluş Savaşı'nın Kahramanı Kadın Kendini Kurtaramıyor

Sırtında top mermisi kağnının ardında cepheye yol alırken resmedilen kadın, cesareti ve fedakarlıklarıyla saygın bir yer kazandı. Ama doğuran, üreten, cepheye mermi ve azık taşıyan, yaralıya bakan kadın ezilmişlik çemberini kırmada önemli bir adım attığının farkına varamadı. Köylü kadına nazaran bilinçlenme açısından daha şanslı bir konumda bulunan kentli kadın ise, edindiği saygınlığı ''batılılaşma'', ''çağdaşlaşma'' adına yitirdi. Batılı kadının sadece tüketiciliğini aldı ve giderek erkeğe daha çok bağlı hale geldi.

Kadınların kahramanlıkları, gösterdikleri yararlılıklar toplumsal konumlarının da gericilere rağmen tartışılmasını getirdi. Küçük-burjuva iktidarı, bugün bile kağıt üzerinde kaldığı şüphe götürmez reformlarını ilan etmeye başladı. Amaç kadına haklarını tanımak, kadın özgürlüğünü genişletmek değil, burjuva sistemi oturtmak için feodal değerlere darbe vurmaktı. Nitekim medeni kanunda kadın, şeriatın kölesi olmaktan çıkarılarak ikinci sınıf vatandaş haline getirildi. Bu kanunla boşanma hakkına sahip oluyor, çok eşlilik yasadışı ilan ediliyor, mirasta eşitlik getiriliyor, dini nikah geçersiz kılınıyordu. Böylelikle kadın yasalarda da olsa feodalizmin karanlığından çıkmış oluyordu.

Medeni hukuk erkeğin üstünlüğünü kabul ederek, ailenin reisini erkek ilan etmişti. Kadının çalışması erkeğin iznine bağlandı, erkeğin uygun gördüğü evde oturabilirdi!

Medeni hukukla birlikte yapılan kıyafet reformunu, seçme ve seçilme hakkının tanınması izledi. Tıpkı milli burjuva yaratma hayali gibi, kadının sosyal statüsünün değiştirilmesi de bir hayaldi. Cumhuriyet kadını, yukarıdan zorlama ile parlamentoya seçilme ve okuma olanağına kavuşmaktan öteye geçemedi. Kuşkusuz Osmanlı dönemiyle kıyaslanamayacak sayıda kadın, hukuk, eğitim başta olmak üzere öğrenim görebildi.

Kadına tanındığı sanılan tüm hakların, sözde hak eşitliğinin, fiilen işlemediği bir ülkede, kadın; susan, ezilen, hor görülen statüsünün çemberini kıramazdı. Ne Mustafa Kemal'in manevi evlatları ne de cumhuriyet balolarında boy gösterip batılı hanımefendiler gibi dansetmeyi büyük maharet sayan, devlet ricalinin hanımları bu gerçeği örtebildi, gizleyebildi.

Küçük-burjuva diktatörlüğü, kadın haklarının hemen tamamının şöyle ya da böyle varlığına rağmen, kadının özgürleşememesinin öyküsüdür. Peçeyi ve kara çarşafı yasaklamanın kadını toplumsal yaşama katmaya yetmeyeceği görüldü. İdeolojik ve kültürel geriliklere karşı sınıf temelinde bir bayrak açılmadan da, kadının toplumdaki gerçek yerini bulması olanaksızdı. Kadına burjuva anlamda haklarını ilk veren ülkelerden olmak, kadının statüsünü değiştirmiyordu. Çünkü yasalarda eşitlik verilen kadınlar, yasaları okuyamıyordu.

Türkiye'de kapitalizmin gelişmeye başlamasıyla, kadınların üretimde ve sosyal yaşamdaki rollerinde pek çok değişiklik oldu. Kadın evinden çıktı, yaşamı tanıma olanağına kavuştu, okuma olanakları buldu, siyasal yaşamda ağırlığı arttı.

Ancak bunlar kadının geleneksel yerini, sıradan insanın gözünde kadına düşen rolü değiştirmedi. Toplumumuzda ahlaki ve diğer değer yargılarını belirleyen İslamiyet, işbölümünü cinsiyete göre düzenliyordu. Geleneksel değer yargıları ise kadına ev kadınlığı ve anneliği, erkeğe ise yuvayı geçindirecek gelir temin etmek, çoluk çocuğuna kol kanat germeyi layık görmüştü.

İşte bu anlayış ve egemen ideoloji, kadının toplumsal üretime katılımı ölçüsünde sosyal yaşamda rol üstlenmesini engelleyen belli başlı faktörlerden biriydi.

Kapitalizm geliştikçe kırın kapalı yapısından, dini ve geleneksel baskılarından koparak kente gelen kadın, bu kez emperyalizmin dikte ettiği dejenere kültürün etki alanına girdi. Okuma olanağına kavuşan kentli kadın da benzer bir süreci yaşadı. Öte yandan kapitalizm, kadının çalışmasını ayıp karşılayan bir toplumda, onu giderek ailenin geçimi için çalışmaya zorunlu bıraktı. Kırla bağları zayıflayan ya da köyden yardım alamaz olan şehrin gecekonducuları, ya birer ikişer fabrikalara, ya da Güvenparklarda ev işi aramaya yöneldiler. Çünkü erkek, evi geçindiremez olmuştu.

Kuşkusuz, bugün kadını çalışmaya zorlayan etkenler, onun çalışmasını ayıplayan tüm gerici düşünceleri ezip geçmiştir. Ve bu süreç, oligarşi istemese de kadının sosyal yaşamdaki etkinliğinin, bilincinin gelişmesine de yol açmıştır.

Ana Olarak Kadınlarımız

''Kadının sırtından sopayı, karnından sıpayı eksik etmeyeceksin.''

Bu sözler aydın geçinen, okumuş yazmış insanlarımızın bile dilinden düşmeyen ve en son yüksek sesle bir yargıç tarafından tekrarlanınca, zayıf da ossa tepkilere yol açan bir deyiştir. Ne yazık ki, kadınlarımızın toplumdaki statüsünü anlatıyor. Bir sağlık bakanının ''pırt pırt doğurmasınlar'' diyerek kadının doğurganlığını kedilere benzeterek aşağılaması, kadınlarımızın toplumsal işlevleri konusunda pek ileri gidilemediğini gösteriyor. Aksi olsaydı ne yargıç o sözleri yargıçlık kürsüsünden sarfedebilir, ne de bu sağlık bakanı makamında bir gün daha oturabilirdi. Ama her ikisine de pek tepki gösterilmedi, bu iki kişinin hakaretleri yanlarına kaldı!

İster işçi, ister köylü, memur ya da başka bir alanda çalışıyor olsun, kadınlarımız her şeyden önce anadır, evin hizmetçisidir. Çalışmıyorsa bütün gününü, çalışıyorsa, iş saatleri dışındaki zamanını evine ayırıyor demektir.

Çocuğu olmayan kadının aşağılandığı bir toplumda, ana olarak kadınlarımızın saygı gördüklerine ilişkin bir sürü laf edilmesine karşın, bunlar boş sözlerdir. Analık gibi yüce bir duyguyu yaşayan kadına toplum ne vermektedir? Kadının ana olmasından doğan yükünü paylaşmak konusunda devletin herhangi bir çabası var mıdır? Ana olan kadına uykusunun birkaç kez bölünmesi mi saygıdır, yoksa çocuğun bakımında artan yük mü? Ya da çocuğuna et, süt, yumurta alamamanın, kendisi doğru dürüst beslenemediği için süt vermeyen göğsünden çocuğunu emzirememesi mi kadınımıza verilen değeri, saygıyı gösteriyor?

Biz söyleyelim: HİÇBİRİ! ''Türkiye Cumhuriyeti kadınına, diğer devletlerden daha fazla değer vermiştir'' diye başlayan nutuklar dışında, Türkiyeli kadına bir şey verilmemiştir. Nutuklarda Türk kadını olarak genelleştirilen Türk, Kürt, Laz, Çerkez ve diğer milliyetlerden kadınlarımız değil midir? Bu kadınlarımız yasalarda varolan haklarının bilincinde midirler? Onlar değil midir eve getirilen kumayı çoğu kez kabullenmek zorunda kalanlar? Ya da eve kuma getirmeyip bunu dost, metres tutarak başka biçimde yapan kocasına itiraz ettiğinde ağzı burnu kırılan, zincire vurulan onlar değil midir? Ya da kendisine çok değer verildiğini söyleyen kadınlarımız değil mi, erkeğin dayağını ''sever de, döver de'' diye kabullenenler?

Çalıştığı fabrikadan, hamile olduğu için işten atılanlar mıdır ''çok değer verilen'' kadınlar, yoksa çocuğunu bırakacak kreş bulamayan kadınlar mı? Sabahın köründe kalkıp çocuğunu okula, kocasını işe hazırlayan ve sonra sokakların ölgün ışığında amele pazarlarına koşan, gecekondularda yaşayan emekçi kadın mıdır ''kadri bilinen'' kadın? Bunlar değilse, gecekondusu başına geçirilen kadın mı? Hangisi?

Basında sık sık, okuyabilmek için üniversiteli kimi kızların telekızlık yaptığını, kimisinin işyerinde patronuyla yaşamaya zorlandığını yazan haberler görürüz. Bunlarla ilgili toplumbilim uzmanlarının dile getirdiği gerçekler, Türkiyeli kadına verilen değeri gösteriyor!

Tüm demagojilerin altında, kadınlarımıza değer verilmemesinin nedeni olarak sınıfsal bakış yatıyor. Gerçekler kabul edilmek istenmese de, acıdır, çarpıcıdır. Nitekim kadınlarımızın içinde bulunduğu durum da ancak, acı ve çarpıcı gerçeklerle ifade edilebilir. Küçücük bir kızken ''iyi bir eş'' olmak üzere eğitilmeye başlanan, o yaşlarda çeyiz hazırlıklarına yöneltilen kadınlarımızdan birçoğu, hâlâ görücü usulüyle evleniyor, başlık parasıyla satılıyor.

Bütün kültürü, fotoromanların çarpıklığını, televizyonun aptallaştırıcı yoz dünyasını aşamayan kentli kadının durumu da, köylü kadından farklı değildir. Yaşamı olabildiğine dar bir alana sıkıştırılmış olan kadınlarımızın kendilerini geliştirme olanakları hemen hemen yok edilmiş durumdadır. İşten artan zamanının tamamını da, evine harcayan kadın nasıl gelişebilir? Hem zaten, yaşamını sürdürebilecek kadar gelir elde etme peşindeki kadının o kadar çok sorunu var ki, bir türlü ileri adım atamıyor. Çocuğunu bir hastanede doğuramamaktan, doğan çocuğun beslenmesine, bakımından, kreş, ana okulu, eğitim, sağlık sorunlarına kadar bütün yük, ana olarak kadınlarımızın sırtına yüklenmiştir. Bütün bu sorunları sırtlamak zorunda kalan kadınlarımız bu yükün altında kalmaktadır.

Ücretli Köle Olarak Kadın

Geçmişten beri çalışması ayıp sayılan ve çalışanlara da ''kötü gözle'' bakısan kadınlarımız, bugün çalışma yaşamında yoğunlukla yer alıyorlar.

Çalışma yaşamında giderek daha çok yer alan kadınlarımızın yeteneklerinin, yönetici yanlarının aynı ölçüde geliştirildiği söylenemez. Çünkü ülkemizde kadınlar, genellikle özel bir eğitim ve teknik bilgi ve deneyim gerektirmeyen basit işlerde, geri teknolojili işlerde istihdam edilmektedir. Bu da onun potansiyelini tümüyle harekete geçirmesini engellemektedir.

Küçük kentlerde ve kasabalarda öteden beri halı, kilim dokuma, dikiş gibi geleneksel işlerde çalışan kadınlar, kapitalizmin ve kentleşmenin gelişmesiyle birlikte, başta ev hizmetçiliği, kapıcılık, konfeksiyonculuk, tekstil ve gıda sanayii işçiliği gibi, kadın işçiliğinin yaygın olarak kullanıldığı alanlarda çalışmaya başlamışlardır. Çoğu sigortasız, sendikasız, hiçbir iş ve sosyal güvenceye sahip olmadan çalışan kadınlar, en çok sömürülen kesimi oluşturmaktadır. Özellikle küçük yaştaki genç kızları, hatta kız çocuklarını çalıştıran, küçük atölye ve fabrikalarda bu sömürü çok daha yoğundur.

Köyden kente göçen ve kentte gecekondudan çıkıp kent merkezindeki işyerine taşınan kadın, ne işçidir, ne köylü. Köylülükten işçiliğe geçiş aşamasındaki kadın, kentin burjuva yaşamına özendirilir. Işıl ışıl mağaza vitrinleri, duvardaki afişler, reklam panoları, televizyon, radyo, fotoromanlar, gazetelerin kadın ve magazin sayfaları, beyaz diziler, pembe diziler, sinema vb. kısacası her şey kadına şu çağrıyı tekrarlar durur: SINIF ATLA! Gencecik işçi kızlar konfeksiyon atölyelerinin iplik tozları, bisküvi, çikolata fabrikalarının yoğun kokuları arasında modayı konuşur, aldığı ücret az da olsa oje, ruj, allık gibi makyaj malzemelerine, modaya, fotoromana, magazin sayfalarına bir kısmını ayırır. Dünyası değişmiştir ama bu, ona mutluluk getirmemiş; sınıf atlayamamanın, romanlara göre kendisini bir iş dönüşü beklemesi gereken Mercedesli, BMW'li delikanlıyı bulamamanın bunalımı onu daha mutsuz kılmıştır. Bu arayış kimi kez onu kadın simsarlarının avucuna düşürmüştür. Böyle bir düzen birkaç ''kurtuluş'' yolu gösterebilir: Fuhuş, intihar, akıl hastanesi...

Küçük-burjuva kadının bürolardaki öyküsü çok daha mutlu bitmiyor. Sayıları yüzbinlerle ölçülen, öğretmenlikten mühendisliğe kadar genişleyen bir yelpazede yer alan kadınlarımız da, ikincil rollerinden sıyrılamıyor. Onların dünyası da evle işyeri dışına taşamıyor. Ya da istisna olmaktan kurtulamıyor. Hatta yüksek öğrenim görerek bir meslek sahibi olmuş binlerce kadın, diplomasını duvara asıp evinin kadını olmayı yeğliyor. Ve tabii tüm bunlar, eğitim görmüş kadının ufkunda açılan yolları tıkayıveriyor.

Tüm bu sorunlar arasında daha az konu edilen, pek tartışılmayan ise, çalışan kadının sorunlarıdır. Ücretli doğum izninin azlığı, işyerinde emzirme odası ve kreşin yokluğu, çocuk parasının komik bir miktar olması, sendika, sigorta ve sosyal güvenceye ilişkin sorunları çalışan kadının belli başlı sorunları olurken, iş dönüşünde evin diğer üyelerinin paylaşmayıp kadının üzerine yıktığı ev işleri de bu sorunlara eklenmektedir. Bu anlamda çalışmak, kadının durumunda bir düzelmeden daha çok yükünün artması anlamına gelmektedir.

''Sofradaki Yeri öküzümüzden Sonra Gelen'' Köylü Kadın

''Ocağı tüttüren kadın'', üzerine kuma getirilen kadın, çocuk yaşta evlendirilen kadın, çapa yapan, tütün, pamuk toplayan kadın. Ve medeni hukukun yürürlüğe girişinden 60 küsur yıl sonra, üzerindeki Ortaçağ karanlığından sıyrılamamış köylü kadın.

O, her şeyden önce geleneksel ve dinsel yargıların oluşturduğu ruhsal baskılanma altında, ailenin kölesidir. Ailenin işçisidir, çocuk doğurur, büyütür, evin erkeklerine hizmet eder ve ek olarak erkek kahvede oyun oynarken tarlada, bağda, bahçede çalışır.

Dünyada olduğu gibi ülkemizde de tarımsal üretimin yarıdan fazlasında kadın emeğinin payı vardır. Kendine bakamayacak duruma gelene ve elden ayaktan düşene kadar çalışır. Kürdistan'ın köylerinden kamyonlarla Çukurova'ya, Söke Ovası'na iner. Zeytinyağını tadamadan zeytini, kumaş elbise giyemeden pamuğu toplar. En düşük ücretli tarım işçisidir, elçi ya da çavuş adı verilen simsarların esiridir önce... Sonra hemen tarlanın yanı başındaki barakada ya da çadırdaki annedir. Ezilen, dayak yiyen de odur. Türkiye genelinde %61.5 oranındaki okuma yazma bilmeme sorunu Kürdistan'da %90'a çıkar ve buna kendi öz dilini konuşamamak işkencesi eklenir.

Dine göre kadınların okutulması günah, kadının gözünü açan ise günahkardır. Okuma yazma çağına gelen kız çocuklarının okula gönderilmemesi büyük oranda aşılmış olsa da, eğitim, kadının dar görüşlülüğünü aşacak düzeye asla ulaştırılmaz. Tarikatların etkin olduğu küçük ve orta köylülüğün bulunduğu yörelerde, kadın kuran kurslarının talebesidir. Konuşmayan, hakkına sahip çıkmayan, baba evine laf getirtmeyen, itaatkar insanlar olmaları öğütlenir.

Seçimlerde vereceği oyu, ne giyeceğini, ne zaman evin dışına çıkacağını kocasına sormak zorundadır. Sofraya da erkekten sonra oturup, ondan önce kalkacaktır!

Kısacası, kırsal yöredeki kadın akla gelen baskıların tümünü birden yaşar. Kadın hem ekonomik olarak ağır bir sömürü altındadır, hem aile içinde köle gibi kullanılmakta, hem de burjuva kültür tarafından aşağılanarak horlanmaktadır. Tekelci burjuvazi kır egemenleriyle ittifak kurup tarikatları desteklediğinden, dinsel ve geleneksel yargıların terkedilmesi zor olmaktadır. Bu tabso kadın ve erkek emekçilerin birlikte mücadelesi olmadan değişmeyecektir. Türkiye'nin ''Kadınlara Karşı Her Türlü Ayrımcılığın Önlenmesi'' sözleşmesini imzaladığı 1980'lerde, kırsal kesimlerdeki kadının durumu ülkemizdeki demokratik hakların ve bilincin geriliğinin bir göstergesidir.

Cinsel Meta Olarak Kadın

Günlük gazetelere, reklam afişlerine, sinema afişlerine, televizyondaki müzik eğlence programlarına şöyle bir bakmak, kadınlara hangi gözle bakıldığını göstermeye yeter. Basındaki trafik kazaları haberlerinde bile, kadınların vücutlarının çıplak bölgelerinin resimlerinin kullanıldığı, yaşam pahalılığına ilişkin haberlere bile cinselliğin bulaştığı bir ülkede, kadına sadece cinsel meta olarak değer(!) verildiği bir sır olmasa gerek. Meclis kürsüsünden İstanbul'da 400 bin fahişe olduğunun açıklandığı, basında cinsel suç haberlerinin baş köşeyi oluşturduğu, cinsel sapıklıkların dolaylı yollardan körüklendiği bir ülkede yaşıyoruz.

Ortadoğu'nun Lübnan'ı olmaya aday İstanbul ve emperyalistlerin toprakları haline getirilen serbest bölgelerde kurulması planlanan eğlence merkezleri, kumarhaneler, oteller, turistik merkezler bir tehlikeye işaret ediyor: Türkiye'nin liman kentleri, şimdi Tayland'da, Filipinler'de olduğu gibi, Batista'nın Havana'sı olmaya hazırlanıyor. Genç kızların hatta kız çocuklarının turist çekmek için, seks turizminin birer aracı haline dönüştürüldüğü bir ülke haline getiriliyor Türkiye. Kendisine muhafazakarlık maskesini, İslamiyet kalkanını zırh olarak kullanan faşist iktidar, bu politikaları olabildiğince uyguluyor. Tekelci burjuvaziye birkaç dolar için kıyılarımızda çıplaklar kampı açılıyor.

18 yaşından küçükleri muzur neşriyattan koruma adı altında, sözde pornoyu yasaklayan ve milyarlık cezalar keserek pornoyla savaşıyor gözüken faşist cunta ve devamı olan ANAP iktidarı döneminde, bu noktaya geldi Türkiye. Devlet ricalinin Uzakdoğu ziyaretlerinde en büyük skandalların yaşandığı MİT raporlarında kadının değişmeyen satınalma biçimi olduğu, birkaç aylık adalet bakanının, tayin yapacağı erkeğin eşine çirkin tekliflerde bulunduğu bir ülkede, oligarşi, kadının durumunu düzeltemez! Oligarşi için kadın, emeğinin sömürülmesi dışında, vergilendirilen fuhuşun gelir kaynağıdır. Kadın simsarlarının vergi rekortmeni olduğu Türkiye'de kadın kimliksiz kılınmıştır.

Her geçen gün yoksulluk biraz daha derinleşirken, giderek bütün ailenin çalışması bile, evi idare etmez duruma gelmekte ve kadınlar fahişeliğe itilmektedir. Toplumsal dejenerasyonun derinleştiği bir dönemde, televizyonda Amerikan dizilerinin yoz kültürüyle, burjuva yaşama özendirilen kadınlardan zayıf kişilikli olanlar ise, açık ya da gizli fuhuşa zorlanmaktadır. Sadece fuhuş değil, cinsel sapıklıklar, cinsel suçlar ve uyuşturucu kullanımı da bunun doğal sonucu olarak artıyor.

Yoksulluğun ve fuhuşun artmasının yanı sıra, görünmeyen bir şey var ki; toplumun zengin tabakaları arasında çağdaşlık, olarak lanse olan ve sosyete sayfalarını süsleyen burjuvaların eş değiştirme, eş aldatma, grup seks vb. biçimlerde sürdürülen fahişelik, burjuva basının reklam aracı olmakta, bunlara övgü düzülmektedir. Yoksul kesimlerde zina olarak ceza gören uygulamalar, burjuvazi arasında, birlikte yaşayan mutlu çiftler başlığıyla lanse ediliyor, eş değiştirmemek bayağılık olarak niteleniyor. Paranın, gayrimenkulun, servetin, mirasın paylaşılması dışında, pek bir anlamı olmayan burjuva evliliğin içerisindeki fuhuş; çağdaşlık, özgürlük olarak gizleniyor. Papatyalar, Lionesler sistemi cilalayan görüntüler oluyor.

Hangi biçimde olursa olsun kadın cinsel meta olmaktan öteye geçmiyor. Bugün faşizm, kadını kişiliksizleştirerek iyice çürütmeye çalışıyor.

GÖKYÜZÜNE ZİNCİRLENMİŞLERSE, KAZANMALIYIZ

(Clara ZETKİN)

1871 Paris Komünü'nü izleyen bir burjuva muhabir şöyle yazıyor:

''Eğer Fransız milleti yalnız kadınlardan oluşsaydı, ne korku salan bir millet olurdu.''

1789 Devrimi'nden 20 yıl önce devrimci saflara katılan Fransız kadınından (çoğu işçi) 10 binden fazlası, bu kez 1871'de Paris Komünü için çarpışıyordu. Bağımsızlık kahramanı Jeanne D'ARC'tan yüzyıllar sonra, yeniden kahramanlaşan kadınlar artık zaferin sembolü haline geliyorlardı.

Kadını hep ikincil rollerde görmek isteyen burjuvazinin, böyle örnekleri gizlemesi gerekiyordu ve gizledi. Burjuvazi kadını özgürleştirecek hiçbir hareket istemiyordu. Bu nedenle kadının kahramanlıklarını, devrimlerdeki özverisini, kararlılığını unutturmaya çalıştı. Ve zaten, burjuva kadını tarihte böylesi kahramanlıklar yapmamıştır. Erkek bir burjuva, karısını, savaşta da, barışta da evinde oturtuyor ve bir süs eşyasından daha fazla değer de vermiyordu. Kadına saygınlığı kazandırmak düşüncesindeki Marksist-Leninistler ise, bunun araçlarını yaratmaya çalıştılar. I.Enternasyonal, bünyesinde ''Kadınlar Birliği''ne yer verdi. İlk başlarda Marksist olan Alman Sosyal Demokrat Partisi, programına kadın eşitliğini aldı ve II. Enternasyonal 8 Mart'ı ''Dünya Emekçi Kadınlar Günü'' ilan ederek, kadın sorununa verdiği değeri gösterdi.

Emekçi kadınlar tüm devrimlerde etkin yer aldılar. Rosa LUXEMBURG, Clara ZETKİN, Aleksandra KOLLANTAY, KRUPSKAYA, Avrupa ve Sovyet devrimlerinde birer sembol oldular. 1917 Şubat Devrimi'yle Çarlığın yıkılmasında ilk ayaklanmayı, 8 Mart dünya Emekçi Kadınlar Günü'nde gerçekleştiren kadınlardı. Ekim Devrimi ise, Jeanne LABOURBE ve Ida KRASNOCHTCHEKOVA gibi yeni kahramanlar yarattı ve Sovyet devriminin kadınını büyük edebiyatçı Maksim GORKİ, ''ANA'' romanıyla ölümsüzleştirdi.

Sadece devrimde değil, vatanını korumada da Sovyet kadını üzerine düşeni yaptı. Sosyalizmin, kadının kurtuluş yolunda attığı adımlara sahip çıkan ve yeni toplumda, lokomotif makinistliğinden yöneticiliğe kadar her türlü alanda yetenekleri harekete geçirilen Sovyet kadını, Kızıl Ordu saflarında çarpıştı. Hitler faşizminin kuşattığı cephelerde milyonlarcası direnirken, işgal edilmiş topraklarda illegal savaşı yürüten binlerce TANYA, faşistlere darbe üstüne darbe vuruyordu. Onların bu kahramanlığından etkilenen büyük şairimiz Nazım HİKMET ''Tanya'' adlı şiirinde faşizme direnen Sovyet kadınını anlattı.

İspanya'da ve Fransa'da, Avusturya'da anti-faşist cephelere yüksek oranlarda katılanlar yine kadınlardı. Cumhuriyetçilerin safında direnen kadınlar, İspanya'nın, ''Zil, Şal ve Gül''den ibaret olmadığını gösterdi. İspanya'nın her karış toprağına kanıyla ''No Pasaran!'' yazdılar. Fransız Direniş Hareketi ise mücadelesiyle bilim emekçilerinin ve aydın kadının yüzakı CURİE'ler yarattı. Busgar kadın partizanlar Mitka GRİBÇEVA'da ölümsüzleşti.

Çin ve Vietnam devrimleri de büyük özveri gösteren kadın kahramanlarına çok şey borçludur. Binlerce kilometrelik yeraltı tünellerinde karıncalar gibi çalışan, savaş birliklerinde, öz savunma birliklerinde çarpışanlar arasında onlar da vardı. Gündüz tarlada, fabrikada ''külahlı'', gece silahlı olanlar arasında onlar da vardı. Ve onlar bu savaşçılıklarıyla, Güney Vietnam Kurtuluş Ordusu başkomutan yardımcılığına getirilen Nguyen Thi DİNH'in kişiliğinde simgeleştiler.

Üretici olarak kendini ispatlayan kadına, asker olarak ve yönetici olarak da güvenen Marksist-Leninistler, kadının yaratıcı, mücadeleci ruhunu açığa çıkarmıştı. Kadın savaşçılardan oluşan Mariana Grajales Müfrezesi'nin oluşturulmasını isteyen CASTRO'dur. Moncada Baskını'nda yer alan Haydee SANTAMARİA'nın savaşçılığı, Urselia Diaz BAEZ'de, Celia SANCHEZ, Vilma ESPİN gibi nice kadın kahramanda yeniden yeniden yaratıldı.

Küba kadınının kahramanlığını örnek alan Nikaragualı kadınlar da, kendi savaşında aynı şekilde yüceldi, onurunu kazandı. ''Köpek'' lakabıyla anılan işkenceci Perez VEGA'nın tuzağa düşürülmesinde Nora ASTORGA, ABD elçisine verilen yemekte Sandinistlerin baskın yapmasını sağlayan ev sahibinin kızı Marison CASTİLLO (ki bu baskında babası da öldürülmüştür), Ulusal Saray Baskınının ikinci komutanı Dora Maria TELLEZ, Nikaragua devriminin ilk kadın şehidi Luisa Amanda ESPİNOZA, ta Sandino döneminden beri mücadelenin içinde olan yaşlı Maria LİDİA, Nikaragua kadınının onuru oldular. Ve ''bütün ulusun aşkı'' uğruna sevgililerini terkeden ''Sandino'nun Kızları'' için şarkılar yazıldı. Çünkü, onlar gerçekten kahramandılar. Dağlarda en zor koşullarda savaşırken bile, analık görevlerini ihmal etmiyorlardı. Bu genç annelerin, çocuklarına yazdıkları mektuplar kimi zaman vasiyetleri oldu. İşte İdania FERNANDEZ, 24 yaşında Somoza'nın paralı katilleri tarafından öldürülmeden 1 ay önce kızına böyle bir mektup yazdı.

8 Mart 1979

''Canım Kızım,

Bugün, önce Nikaragua'daki, sonra da Latin Amerika ve tüm dünya ülkelerindeki insanlar, her yerdeki insanlar için çok önemli bir dönem yaşıyoruz. Devrim her birimizden fedakarlık bekliyor. Kendi bilincimiz ise, bu sürece olabildiğince yararlı olmak yolunda örnek bireyler olmamızı istiyor.

Bir gün, çok uzak olmayan bir gün, senin, bütün insanların düşman değil kardeş olduğu ve insana yakışır biçimde büyüyüp gelişebileceğin özgür bir toplumda yaşayacağını umuyorum. Seninle ellerini avuçlarıma alıp konuşabilmeyi, yollarda yürürken insanların gülümsediğini, çocukların kahkahalar attığını, dereleri, parkları seyredebilmeyi öyle isterdim ki. Ve bizler, halkımızın mutlu çocuklar gibi büyüdüğünü gördükçe keyifle gülümsüyor ve onların her yerdeki insanlara karşı sorumluluklarının bilinciyle, yeni insanlar olmalarını izliyoruz.

Sen de, tadabileceğin özgürlük ve barış cennetinin değerini öğrenmelisin. Böyle diyorum, çünkü, cesur halkımızın en seçkin insanları, değerli kanlarını, gelecek nesiller ve senin gibi çocuklar için, özgürlük ve barış için, büyük bir halk sevgisiyle, seve seve döktüler. Yaşamlarını, çocuklar, güzel Nikaragua'mızdaki birçok kadın, erkek ve çocuğun çektiği bu sefalet, utanç ve baskı altında yaşamasın diye feda ettiler.

Bunları sana yüz yüze söylemek fırsatını bulamazsam ve başka kimse de söylemeyecek olursa diye anlatıyorum. Bir ana yalnızca çocuğunu dünyaya getiren ve ona bakan biri değildir; bir ana, bütün çocukların, bütün insanların acısını sanki hepsini de karnında taşımışçasına duyar. En büyük arzum, bir gün senin yüreği insanlık sevgisiyle dolu gerçek bir kadın olman. Ve, adaleti nasıl savunacağını bilip, onu ayaklar altına almaya kalkışan kim ve ne olursa olsun koruman.

Böyle bir insan olmak için, devrimimizin ve diğer ülkelerin devrimlerinin büyük önderlerinin yapıtlarını oku ve özümle; en iyilerini örnek al ve daima gelişebilmek için bunları uygula. Bunu yapacağını ve başaracağını biliyorum. Bu bana büyük bir huzur veriyor.

Sana sözler, vaatler ve içi boş ahlak yargıları bırakmak istemiyorum. Sana, kendimin (henüz en iyisi olmadığını bilmeme karşın) ve bütün Sandinist kardeşlerimin, yaşama karşı aldığı tavrı bırakmak istiyorum. Bunu nasıl kullanacağını öğreneceğinden eminim.

Evet, benim tonton kızım, eğer seni yeniden görebilirsem -bu olasılık hâlâ var- yaşam ve devrim hakkında uzun uzun konuşuruz. Yüklendiğimiz görevleri yerine getirebilmek için çok çok çalışırız. Gitar çalar, şarkı söyler ve beraberce oynarız. Böylece birbirimizi daha iyi tanır ve karşılıklı bir şeyler öğreniriz.

Gel, bana tatlı yüzünü göster
Çiçekler ve özgürlük kadar güzel
Ve bana mücadele edecek güç ver
Gülüşünü gerçekliğimizle birleştirip

Her gün seni düşünüyorum
Hep nasıl olduğunu düşlüyorum
Halkımızı ve insanlığı hep sev

Annen İdania'dan kucak dolusu sevgiler,

Zaferimize kadar, daima.
Ya özgür vatan, ya ölüm''

(Sandino'nun Kızları, 2. baskı, Metis Yayınları 1985, Margaret RANDALL, s.160-162)

Yüzlerce, binlerce İdania belki kızı ile gitar çalıp, şarkı söyleyemedi, ama bugün Nikaragualı çocuklar kendi ülkelerinde özgürce yaşıyor ve gitarlarıyla özgürlük şarkıları çalıp söylüyorlar.

Latin Amerikalı kadın, yüzlerce yıllık sömürgecilik tarihinden çıkmak için çırpınıyor. Şili'de PİNOCHET diktatörlüğüne ilk başkaldıranlar, kaybolan çocuklarının ardından açlık grevleri başlatıp direniş örgütleri kuranlar onlar osdu.

Arjantin faşist cuntasının katlettiği oğullarını, kızlarını aramak için her perşembe günü, beyaz başörtüleriyle meydanlarda toplananlar yine onlardı. Ve adları PLAZA DEL MAYO'NUN ANALARI oldu.

Bomba yüklü kamyonla İsrail siyonistlerinin arasına dalan 16 yaşındaki SENA MUHEYDLİ hemcinslerine özgürlük için ölmeyi öğretti.

Kürt halkının yurtsever kızı LEYLA KASIM ulusu için seve seve idam sehpasına çıktı.

Evet, örnekleri çoğaltmak olanaklı. Ama bir örnek daha var ki, onlar da şimdiden tarihin sayfalarına adlarını altın harflerle yazdırdılar. Ülkesinin en karanlık yıllarında yaprak kımıldamazken, işkencehaneye dönen cezaevleri önünden ayrılmayan, işkenceye direnen evlatlarıyla birlikte copa, tekmelere, yerlerde sürüklenmeye direnen, açlık grevinde, ölüm orucundaki oğlunu ve kızını duyunca boğazından lokma geçmeyen; işkence görme, tutuklanma pahasına faşist cuntaya direniş bayrağı açan ''bizim kadınlarımız'', analarımız da kahramanlaştı, adlarını ölümsüzleştirdiler.

Türkiyeli binlerce kadın da işkence sınavlarından geçti, tecavüzlere direndi. Çocuğunu düşürme pahasına direndi. Cezaevlerinde direnerek bir sınavı daha başardılar. Ve şimdi, mücadelenin en üst biçimlerinde görev alıyorlar. Kübalı, Nikaragualı, Es Salvadorlu, Filistinli kız kardeşlerinin destanlarına yenilerini ekleyecekleri günler artık o kadar uzak değil. İşte dağlarda silah elde çarpışarak düşen Ruken'ler, Çiçek SELCAN'lar ve diğerleri... Hatice ALANKUŞ, Çiğdem YILDIR, Hatice ÖZEN, Sibel'ler, Nuray'lar, Kıymet'ler Türkiyeli kadının mücadeledeki ilk şehitleri arasında yerlerini aldılar. Onlar, kendilerine sonsuz güven duyan erkek yoldaşlarının yanı başında omuzladılar kavgayı.

LENİN ''Kadınlar olmadan gerçek bir kitle hareketinden söz edilemez'' der.

Bir halk hareketi olan DEVRİMCİ SOL, kadınların yer almadığı bir mücadeleyi düşünemiyor. Biz ne bir devrimin kadınsız başarılabileceğine, ne de kadınlar olmadan sosyalizmin kurulabileceğine inanıyoruz.

DEVRİMCİ SOL, her zaman kadın militanlarına güvendi. Güveniyor. Yoldaşlarımız kadın olsun, erkek olsun yetenekleri ve mücadeleleriyle hak ettikleri yerlere geldiler. Türkiye gibi, feodal değer yargılarının oldukça yaygın olduğu bir ülkede, kadın yoldaşlarımız yönetici sorumluluklar yüklendiler ve kendilerine güvenilmekte ne kadar haklı olunduğunu, daha büyük görevlere hazır olduklarını ispatladılar.

Kadın yoldaşlarımızın Anti-Emperyalist, Anti-Oligarşik Halk Devriminde büyük rol oynayacağına inanıyoruz.

Bir halk hareketi olan DEVRİMCİ SOL, gökyüzüne zincirli de olsalar Türk, Kürt, Çerkez, Laz hangi ulustan ve milliyetten olursa olsun, kadınları saflarına katarak büyüyecektir.

KADIN SORUNUNA KİM NASIL BAKIYOR?

Kadının durumuna ilişkin çizdiğimiz karanlık tablo karşısında karamsar mı olmak gerekiyor? Yapılacak bir şey yok mu? Kadının ezilmişliği kader midir? Elbette ki hayır. Kötümser olmamız için bir neden de yok. Aksine, kadınlar hakkında iyimser konuşmak için birçok neden var.

Bugün nasıl ki, bilim sayesinde, ilk insan topluluklarındaki ailede ananın lider olduğunu biliyorsak, henüz istenilen düzeyde olmasa da, sosyalist ülkelerde kadın sorununun büyük oranda çözüldüğünü, çözümler üretildiğini biliyoruz. Ve bunlar bizi iyimser olmaya iten gelişmeler olduğu gibi, söyleyeceklerimizin soyut şeyler olmayacağının da göstergesidir. Bundan 70 yıl önce ''kadın sorunu'' üzerine konuşan Marksist-Leninistlerin söyledikleri sözler, insanlar için soyuttu ama bizler, onlarca ülkenin deneyleri üzerine, somut gerçekler üzerine konuşuyoruz ve iddia ediyoruz: KADININ KURTULUŞU SOSYALİZMDEDİR!

Kadının kurtuluşunu burjuvazi sağlayamaz. Tüm görkemli sözlere, gösterişli programlarına karşın burjuvazinin kadına verebileceği bir şey yoktur.

''Burjuva demokrasisi, -diyor LENİN- özgürlük ve eşitlik üzerine kulağa hoş gelen boş sözler, tumturaklı sözcükler, abartmalı vaatler ve gürültülü sloganlar demokrasisidir. Gerçekte bütün bunlarla kadının özgürsüzlüğü ve eşitsizliği, çalışanların ve sömürülenlerin özgürsüzlüğü ve eşitsizliği gizlenir.'' (Kadın ve Aile; MARKS, ENGELS, LENİN; Sol Yayınları 1.baskı s. 234)

Anayasalar, yasalar, kadın konferansları, Birleşmiş Milletler sözleşmeleri, ''kadın yılı'', ''kadın on yılı''...

Tüm bunlar kadının eşitsizliğini kabul eden ve kadına eşitlik vaadeden şeyler. Ya sonuç? Koca bir hiç!

Bunu söylemekle, kağıt üzerinde de kalsa kadına burjuva anlamda eşitlik, özgürlük tanıyan çabaların, her koşulda yararsızlığını söylemek istemiyoruz. Biz ''kadının kurtuluşu sosyalizmdedir'' derken, bugünden bir şey yapılamaz diyenlerden de değiliz. Aksine eğer bugün kadını meta olarak gören burjuvaziye rağmen kadın haklarında ileri adımlar atılabilmiş, kadın sorununu gündeme bile almak istemeyen burjuvaziye rağmen, kadın sorunu yavaş yavaş bilinç düzeyine çıkmış ve tartışılıyorsa, bu, mücadelenin ürünüdür. Diğer haklarda olduğu gibi, kadın haklarında da atılan her adım kan ve can pahasına verilen bir mücadelenin sonucudur, burjuvazinin bağışı değildir.

İlk kez 1789 Fransız Devrimi sırasında ortaya çıkan kadın hareketi karşısında, burjuvazi ne kadar direnebilirdi ki?

Fabrikalarında kadının ucuz işgücüne gereksinmesi olan burjuvazi, kadının giderek daha özgürleşmesinin önünde ne kadar durabilirdi?

Erkek emekçilerle omuz omuza mücadele eden kadın emekçinin bilinçlenmesini nasıl engelleyebilirdi?

Burjuvazi, fabrikada özgür işçi haline getirdiği kadınların, üretimde olduğu gibi yönetimde de yer almak isteğine boyun eğmek zorundaydı. Yoksa burjuvazi 1789 Devrimi'nde aktif olarak yer alan kadınlara oy hakkı bile vermemişti. Ama giderek bilinçli bir hal alan kadın hareketi karşısında gerilemek zorunda kaldı. Yine de, burjuvazi bir adım ileri iki adım geri taktiği izlemek istiyordu. Ancak bunu başaramadı.

Kadının eskiye (feodalizme) oranla özgürleşmesini isteyen burjuvazi, aleyhine dönüşen gelişmeyi, kendi yararına çevirmenin hesaplarını yapıyordu. Nitekim, her geçen gün üretim içinde daha fazla yer alan kadın emeğini sömürmenin bir diğer yolu olarak, kadını tüketicileştirdi. Yüzyıllardır kadını bir süs aracı gibi kullanan burjuvazi, modayı yarattı. Çalışan kadın kazancını giyim kuşama, süslenmeye harcayacak, modanın peşinden yetişmeye çalışacak, bir makine hızıyla tekstil ürünleri tüketicisi, kimya, kozmetik sanayi vb. tüketicisi olacaktı. Ve kadın, güzelleşme ve kendini beğendirme uğraşları içinde, sosyal-siyasal ve kültürel planda gelişemeyecek, doğal olarak da yine erkeğin esiri olacaktı. Burjuvazinin kadına sunduğu özgürlük erkek efendisini seçme özgürlüğüydü.

Burjuvazinin kadın hakları üzerine ettiği ''hoş sözler''in, özgürlük laflarının özü budur.

Kadını mutfağa, yatak odasına, çocuk odasına kapatarak ev kölesi yapan; yaratıcı gücünü, üretken olmayan yıpratıcı, köreltici bir çalışmada boşa harcatan; servetini, mirasını devredeceği çocuklarını doğuran üretim aracı olarak gören burjuvazi, kadını özgürleştiremez!

Kadının özgürlüklerine zincir vuran, haklarını kısıtlayan, ezen, sömüren burjuvazi kadını kölelikten kurtaramaz!

Kadını bir meta üreten meta olarak gören, kadında salt cinsellik gören burjuvazi kadının yeteneklerini, zekasını, aklını, kadının yaratıcılığını açığa çıkaramaz!

Kadını bir reklam aracı, reklamlarla körüklenen tüketim araçlarının alıcısı, basını, TV'si, sineması, edebiyatı ve diğer araçlarıyla yayılan cinsel sömürüsünün ve sapıklığının bir metası haline getiren burjuvazi, kadına saygınlığını kazandıramaz!

Emekçi kadını lüks yaşama özendiren, işsiz ve aç bırakıp kendi yoz ilişkilerine çeken, kadını ortak kullanan, sermaye haline getirip yasallaştıran ve bu ilişkilerini emekçilere de bulaştırmaya çalışan burjuvazi, kadına toplumdaki gerçek yerini sağlayamaz!

Evlilik ilişkilerini şirketleştiren, ''aşk özgürlüğü'', ''bireysel özgürlükler'', ''tabuları yıkma'' adına her türlü sapıklığı meşrulaştıran, cinselliği esrar, kokain partilerinde, grup seksinde hayvanlaştıran burjuvazi, kadın-erkek ilişkilerine gereken değeri veremez!

Kadının fahişeliğini Madonnalık, erkeğinkini Donjuanlık olarak adeta yücelten ve Hintli ermişin dünyaya kendi göbeğinden bakması gibi, her şeye Freud'cü cinselliğin penceresinden bakan burjuvazi; kadını yüceltemez, ona toplumsal saygınlığını kazandıramaz, kadının kurtuluşunu sağlayamaz!

Bir kere daha ''kadının kurtuluşu sosyalizmdedir'' demekten kendimizi asamıyoruz. Çünkü biz Marksist-Leninistler kadına ve kadın-erkek ilişkilerine değer verip, kadına gerçek kurtuluşu yolunu gösterdikçe ve kadınları kurtuluşlarına giden yolda mücadeleye kattıkça; burjuvazi telaşa kapılıyor, karşımıza sahte çözümler, sapkın akımlar çıkarmaya çalışıyor. Ve kadınlara, kendi kokuşmuş ilişkilerini parlak sözlerle ambalajlayarak ''işte kurtuluşunuz'' diyor. Kadınların enerjilerini gerçek kurtuluş yolundan ayırmak, enerjilerini heba etmek için sahte umutlar pompalıyor.

Sözünü ettiğimiz şey hayvanseverler derneği, seroptimist derneği, yardımseverler derneği değil. Bunlar da olmakla birlikte, daha çok burjuva kadınlara yönelik bu örnekler değil kadınlara sunulan yeni oyuncak. Bu tür derneklerin sözkonusu işlevi yerine getirmediğini gören burjuvazi, yeni araçları bulmakta gecikmedi. Burjuva demokratik bir hareket olarak ortaya çıkan feminizm, kadınların sınıf mücadelesinden koparılmaları için kullanılan yeni ve etkili bir araç oldu.

İşsizliğin, açlığın, sömürünün, işkencenin kol gezdiği bir dünyada, önüne sadece cins sorununu koyan, kadın-erkek eşitliği adına kadın egemenliğini savunan ve erkek düşmanlığını yayan; kadın özgürlüğü için tabularını yıkma adına, burjuvaca ''aşk özgürlüğü'' gibi sapıklıkları propaganda eden feminizm ayakları havada bir akımdır.

Kadın-erkek eşitliğinin sosyal koşullarının olmadığı bir toplumda, soyut bir ''eşitlik'' peşinde koşan feminizm, objektif olarak burjuvaziye hizmet etmektedir. Çünkü, kadınların dikkatlerini gerçekten kurtuluş mücadelesinden uzaklaştırıp, hedef saptırmakla burjuvazinin egemenliğinin süresini uzatmaktadır.

LENİN, Marksist-Leninistlerle feministlerin soruna bakış çizgisini, Alman komünisti Clara ZETKİN'le yaptığı söyleşide açık olarak ortaya koyuyor.

''Kılavuz ilkeler, gerçek kadın özgürleşmesinin ancak komünizmle olabileceğini kesinlikle dile getirmelidir. Kadının toplumsal ve insani konumu ile üretim araçlarında özel mülkiyet arasındaki çözülmez bağlılık kuvvetle belirtilmelidir. Bununla, kadın hakçılığı oyununa karşı kalın, silinmez ayrım çizgisi çekilir. (...) Komünist kadın hareketinin kendisi (...) her türlü sömürülenlerin ve ezilenlerin (...) genel yığın hareketinin bir parçası olmalıdır. (...) Kadınlar olmadan gerçek hiçbir yığın hareketi olamaz.'' (Kadın ve Aile s.261)

Henüz kadınların, varolan haklarının dahi bilincinde olmadığı bir toplumda, tabuları yıkma adına cinsel sapıklıkları tartışan feminizm, hiçbir zaman gelişme zemini bulamayacak, küçük-burjuva aydın kadınların hareketi olmaktan öteye geçemeyecektir.

Feminist hareketin ayakları havada kaldığını, kadının kurtuluşunun devrimde olduğunu yaşam ispatladıkça, bu kez de feminist hareket içinde, kendine biraz daha çeki-düzen vermiş ve yüzünü maskelemiş yeni akımlar ortaya çıkmaktadır. Sosyalizmin prestijinden yararlanmak isteyen bu akım, kadının kurtuluşunun sosyalizmde olduğu gerçeğinin anlaşılmaya başlamasından yararlanarak, kendine ''sosyalist feminizm'' adını vermektedir. Ancak, adına ne denirse densin, sınıfsal bakıştan uzak, cins esasına dayalı örgütlenmeleri esas alan bir akım, marjinallikten kurtulamayacaktır. Burjuvazi insanları sömürüsünün temeline erkek-kadın ayrımı koymadığına; işsizlik, açlık, baskı ve teröründe, işkencesinde kadın-erkek ayrımı yapmadığına göre, emperyalist-kapitalist sistemin kötülüklerine karşı savaşta, kadın emekçilerin erkek emekçilerden ayrı örgütlenmesi için bir neden var mı?

Bunun karşısında ''ama kadın sorunu salt işçi-emekçi kadınların sorununu kapsamıyor ki?'' denilebilir. Evet, bizim itiraz noktalarımızdan biri de budur: Emekçi kadınla burjuva kadını aynı kefeye koymak, cins ayrımcılığına dayalı bir anlayışı savunmaktır. Burjuva kadınının sorunları, emekçi kadından çok çok farklı ve tali olup, kadın sorunu esasta işçi ve emekçi kadınların sorunudur. Bu nedenledir ki, biz soruna işçi ve emekçi kadınların sorunları olarak bakıyor ve programımızı bu esasta belirliyoruz.

Feminizm, ister burjuva demokrasisinin olduğu ülkelerde, isterse Türkiye gibi yeni-sömürgelerde olsun kadının kurtuluşuna hizmet edemez. Ancak, kadının özgürlüğünü işlediği ve kadın haklarını geliştirmeyi içerdiği için, demokratik bir muhtevası vardır. Bu onun bir yanıdır. Kadın sorununda hedef saptırdığı için, sınıf güçlerini bölerek objektif olarak burjuvaziye hizmet ettiğinden dolayı burjuva bir akımdır. Özellikle, devrimci hareketin yenildiği, halkın devrimci kabarışının ivme kaybettiği dönemlerde, kendisine gelişme ortamı bulan feminist hareket, bir kaçış odağı olması itibariyle gericiliğe büyük bir hizmette bulunur.

Köklü demokratik mücadele geleneklerine sahip emperyalist ülkelerde demokratik mücadelenin bir parçası olarak belli bir gelişme zemini bulabilen feminist hareket, Türkiye'de gelişemez. Devrimci mücadelenin gelişmesiyle de bu akımın etki gücü iyice düşecektir.

Evet, en ileri kapitalist ülkelerde ve kadın hareketinin en ileri olduğu ülkelerde bile, kadın sorununa çözüm bulunamamıştır. Çünkü bunun maddi-manevi zemini bu ülkelerde yoktur.

Sosyalizm Kadın Sorununun Çözümünde Örnek Oluyor

''Sovyet iktidarı, Avrupa'nın en geri ülkelerinden birinde, iki yıl içinde, kadının kurtuluşu için, 'kuvvetli' cinsi ile eşitleştirilmesi için, bütün dünyadaki ileri, aydın, 'demokratik' cumhuriyetlerin topunun 130 yılda yaptıklarından daha çok şey yaptı.'' (Kadın ve Aile; MARKS, ENGELS, LENİN; Sol Yayınları, Haziran 1975, 1.baskı, s. 236)

LENİN, iki yıl içinde kadın sorununda attıkları ileri adımın boyutunu böyle dile getiriyor.

Eğer bugün, nüfusun %51'ini(*) oluşturan Sovyet kadınının %93' ü bir işte çalışarak üretici kılınmışsa;

Eğer bugün, Sovyet kadınının %60'ı yüksek öğrenim görmüşse ve her bin Sovyet kadınından 801'i yüksek öğrenim görüyorsa;

Eğer bugün, Sovyet kadını mecliste %33 ile, yerel halk meclislerinde %50, Yüksek Şura'da 1/3 oranında delege ile temsil ediliyorsa;

Eğer bugün; Sovyetler Birliği'nde bilim adamlarının %40'ı, hakimlerin %32.6'sı, doktorların %65'i, öğretmenlerin %71'i kadınlardan oluşuyorsa, bu, Avrupa'nın en geri ülkesinde iki yıl içinde 130 yıllık yolu alan Bolşevik iktidarının sayesindedir.

Sadece Sovyetler Birliği'nde değil, proleter kültür devrimi ile ''sosyalist insan''ı yaratmaya çalışan Mao Çin'inde de çok kısa sürede büyük yol katedilmiştir.

1949'da toplam işgücünün sadece %7.5'ini oluşturan Çinli kadınlar beş yıl sonra bu oranı %40'a çıkarmışlarsa ve üniversitelerinin 1/3'ü kadınlardan oluşuyorsa bu sosyalizm sayesindedir.

Her yıl açlıktan milyonlarca insanın öldüğü yarı-feodal Çin'de kadın haklarından söz etmek komik bir şey iken, Çinli kadını bu köhnemiş düzenden çekip çıkaran sosyalizm, kadınların %94'ünün ebe, doktor, hemşire eşliğinde doğumunu sağlayabilmekte ve bu sayede kadınların doğumunda ölüm oranını binde 15'ten 5'e, bebek ölümlerinde ise binde 200'den binde 35'e düşürmüştür.

1949'da kadının yönetici olma isteği komik bir istek olurdu, ama bugün Çinli kadınlar hükümet bürolarında ve halk örgütlerinde, yönetim kademelerinin %16.5'ini oluşturuyorlar. Yeterli mi? Elbette değil. Ama binlerce yıllık tabu kırılmış ve Çinli kadının yetenekleri açığa çıkarılmıştır. Uzakdoğu'nun genelevi olarak görülen Şanghay'ı batakhane olmaktan kurtaran bu devrimdir. Sosyalizm, eski ile kıyaslanamayacak kısa bir dönemde binlerce yıllık yolu katetmiştir.

Sovyet kadınının 1917'de, Çinli kadının 1949'da girdiği değişim yoluna çok daha sonraları, 1959'da katılan Kübalı kadının 30 yılda aldığı yol, bugün kadınlarımızın betimleyemeyecekleri kadar ileridir. Ama unutulmamalıdır ki, Kübalı kadın için de bunlar 30 yıl önce birer düşten başka bir şey değildi.

Devrim öncesi sadece Havana'da 15 bin fahişenin yaşadığı Küba'da devrimin kadına iade ettiği itibarı Kübalı kadından başkası anlayabilir mi?

Şeker plantasyonlarında emperyalist efendi için yakıcı sıcakta alınteri döken, yine de karnını doyuramayan, aç çocukları için bedenini satmak zorunda bırakılan ve kulübeden daha büyük bir evi düşünde bile göremeyen Kübalı kadın, bugün kendisinin 30 yıl önce yaşadıklarını yaşayan kardeşlerine yardım için Angola'da, Mozambik'te hiçbir karşılık görmeksizin gönüllü öğretmenlik, doktorluk, mühendislik, askerlik yapıyorsa neyin sayesindedir?

25 yılda kadın işgücünü 3 katına çıkaran Kübalı kadın, bugün meclisin %25'ini, sendika liderliklerinin %37'sini oluşturuyorsa, neyin sayesindedir?

Her geçen gün sayıları artan, daha bugünden 100 bin çocuğa hizmet veren 800'ü aşkın kreşe çocuğunu gönül rahatlığıyla bırakan Kübalı anne, okul saatlerinde ücretsiz beslenen çocuğunun eğitim, sağlık masrafını düşünmek zorunda değil.

Çocuğuna süt almak için Amerikan ''United Fruit''in plantasyonlarında 12 saat çalışıp, emperyalist efendiye hizmet etmek zorunda değil.

Kübalı kadınlar, 35 yıl önce Moncada Kışlası'nı basanlar içinde yer alan, kadın kahramanları Haydee SANTAMARİA'nın bile o gün düşleyemeyeceği bir ''mutluluğun resmini'' çiziyorlar bugün.

Evet, 30 yıl önce hürriyet sözcüğüne çok uzaklarda gibi gözüken Kübalı kadın bugün hürriyet sözcüğünü öğretiyor dünyanın dört bir köşesindeki kardeşlerine; ve o eller Domuzlar Körfezi'ne özgürlüğün, mutluluğun resmini çiziyor.

Sovyetler Birliği'nden Çin'e, Çin'den Kuzey Kore'ye, Vietnam'a, Küba'ya kadar tüm sosyalist ülkelerde, kadınlar bir düşü gerçekleştirmenin mutluluğunu yaşıyor.

Onlara en son Nikaragualı kadınlar katıldı.

Hem Nikaragua'nın hem kendisinin kurtuluşu mücadelesinde büyük rol oynayan Nikaragualı kadının, daha önce hiçbir hakkı yoktu. Eşya gibi alınıp satılıyorlardı, aynı evde birkaç kadın tek erkeğin malı olabiliyordu ve gerdek gecesi bakire çıkmaması durumunda, hatta şüphe durumunda bile erkeğin reddedebildiği, öldürme hakkına sahip olduğu, doğduğunda yas nedeni olan Nikaragualı kadın, kendi yolunu seçti ve bu yolda kararlı adımlarla yürüyor.

FSLN'nin %22'sini oluşturan kadınlar, daha bugünden, siyasi önderliklerin %37'sini, Devlet Konseyi'nin %15'ini oluşturuyorlar, ama bunu kimse yeterli görmüyor. Çünkü kadınlar gökyüzünün yarısını kucaklıyorlar. Öyleyse, bugün devrimini yapmış ülkelerdeki hızlı gelişmesine karşın hâlâ yetenekleri, yönetici rolleri istenilen düzeyde değildir.

Devrime karşın yönetici rollerde henüz hedefe ulaşılamamışsa, bunun birçok nedeni vardır. Ve bizler, ''kadının kurtuluşu sosyalizmdedir'' derken, devrimi, kadının dünyasını bir fiske vuruşuyla değiştirecek sihirli bir güçten değil, kadın-erkek omuz omuza sınıfsız, sömürüsüz, baskısız bir yaşam örgütlemenin tüm olanaklarından söz ediyoruz demektir.

Devrim Kadının ''Alınyazısı''nı Bir Dokunuşta Değiştirecek Sihirli Değnek midir?

Kadının kurtuluşunun devrimden geçtiğini söylerken, bu sorunun çözümünün uzun vadeli, sabırlı, inatçı bir çabanın ürünü olacağını da hemen ekliyoruz. Biz Marksist-Leninistler insanlara sahte cennetler vaadeden kişiler değiliz. Eksiklikleri, zorlukları, başarı ve başarısızlıklarıyla, yaptıkları ve yapacaklarıyla, gerçekleri ve hayalleriyle, bir toplumsal sistemin tablosunu çizerken gerçekliğimizden zerrece şaşmıyoruz.

Devrimimiz, kadının kurtuluşuna giden yolda önemli bir dönemeçtir. Devrimci iktidar, harekete geçireceği araçlarıyla binlerce yılın alışkanlıklarını, geleneklerini, yerleşmiş ve neredeyse doğa yasası halinde kesinleşmeye yüz tutmuş kuralları, bir eşitsizlik sistemini parçalayacak güce ulaşacaktır. Devrimci iktidarın gücü çok şeyi değiştirebilir, ancak bu, sorunların bir çırpıda çözülebileceği anlamına gelmiyor. Aksine, sorunun gerçek boyutlarıyla ortaya çıkışı ve devrimci çözümlere karşı direnişler bundan sonraya rastlıyor. Bir anlamıysa uyuyan devi uyandırıyor ve bu devle boğuşuyor.

Gerçekten de devrimimiz hem ''uyuyan dev''i harekete geçirmek, hem de onunla boğuşup yenmek zorundadır. Bugün sorunlarının bilincinde dahi olmayan, haklarının çapını hayal bile edemeyen milyonlarca kadınımız var. Onlar sofradaki yerlerinin ikincil oluşunu kabullenmişlerdir. İşte biz, devrimimizle bu milyonlara hak bilincini götüreceğiz, körelmiş yeteneklerini dirilttikten sonra onları, haklarını savunmaları için silahlandıracağız.

Kadın sorununun çözümü dendiğinde, hemen akla erkeğin yeni statüyü kabullenememesi geliyor. Oysa, bu eksik bir düşünce. Çünkü, binlerce yılın alışkanlıklarıyla, gelenekleriyle oluşturulmuş statülerin değişmesinde, kadınlarda bir direniş odağıdır. Binlerce yılın alışkanlıklarını, statülerini bir hamlede değiştirmek ve insanları bir anda dönüştürmek olanaklı değildir. İkinci sınıf vatandaşlıktan, eğitimsizlikten, cinsel meta olarak kullanılmaktan, ya da en çok, burjuvazinin vitrinini süsleyen bir araç olmaktan gelen kadını, bir anda toplumun en üst yönetim kademelerine yükseltmek mümkün değildir.

Kadınlar binlerce yıl ne eğitim olanaklarından, ne kültür ve sanat etkinliklerinden yararlanabildi, ne de (tarımda çalışma dışında) üretim yeteneklerini geliştirebildi. Ve dolayısıyla hem fiziki hem de beyinsel işlevlerinde kayıplar verdi. Evin dört duvarı arasında sıkıştırılan ya da, en çok evi ile tarlası arasındaki bir mekanın sınırlarına hapsedilen kadının yeteneklerinde gerileme olması çok doğal. Kadınlar binlerce yılda kaybettiklerinin bir kısmını kapitalizm koşullarında aldıkları haklarla yeniden kazandılar. Ama burjuvazi de onların gelişimini belli bir yerde durdurdu. İşte, bu yolu ancak sosyalizm açabilir. Nitekim, yaşanan deneyleriyle açtığı da, herkesin görebileceği kadar açık.

Sosyalizm kadınlara sonsuz bir ufuk açmıştır. Ancak, binlerce yıldır yetenekleri köreltilen ve henüz ev işlerine bağımlılığın tümünden kurtulamayan kadının, bu binlerce yıllık arayı kapatması olanaklı olmamıştır. Ancak, Sovyet iktidarı koşullarında ileri burjuva demokrasilerinin topunun 130 yılda aldığı yolu iki yılda alan kadınların, erkeklere yetişmesi için öyle çok bir zaman kalmamıştır.

Evet bu yolda ilk yapılacak şey kadınların kafasındaki statüyü yıkmak ve yeni konumlarını, toplumu dönüştürmedeki görevlerini kavratmaktır. Kadınlar bunu kavradığı anda büyük bir güç oluşturacak, erkekleri değişmeye, aile içindeki yeni konumlarını kabule zorlayacaklardır.

''Erkeklerin ve kadınların alışkanlıklarına, adetlerine ve ön yargılarına karşı mücadele etmek zorundayız -diyor genç Nikaragua devriminin önderlerinden Thomas BORGE ve erkeklere yol gösteriyor- hepimiz, evlerimizde, kendimizi kadınların yoldaşları haline, kadınların öğretmeni ve onların öğrencisi haline dönüştürmeliyiz, dönüştürmek zorundayız. Onlarla siyasi eğitimi paylaşmalı, mümkün olan her yolla ev işlerini paylaşmalıyız, çocuk sevgisi ve bakımını, devrim sevgisi ve savunusunu paylaşmalıyız (...) Onların yadsınmaz erdemlerini, her sınavdaki cesaretlerini, direngenliklerini ve yiğitliklerini, ülkenin savunulmasında göstermiş oldukları ve göstermeye devam ettikleri bu özelliklerini teslim etmeliyiz.'' (Sandinist Halk Devrimi, s.26-27)

Sosyalistler dışında kim söyleyebilir bu sözleri?

Kadınların kurtuluşu kadınların ve erkeklerin ortak mücadelesinden, mücadele omuzdaşlığından, yoldaşlığından geçecek ve ortak bir kültürün oluşturulmasıyla gerçekleşecektir. Bu, kadınlara kimsenin bahşedeceği bir şey değildir, ancak kadınların kendi eserleri olacaktır.

Kadınların gerçek kurtuluşunu isteyen tek sistem olan sosyalizm, hedefine varabilmesi için sosyalist düşünceyle yetiştirilmiş ''yeni insan'' yaratmak zorundadır. Bu bir ''kültür devrimi'' sorunudur. Kadınları ve erkekleri alışkanlıklarından, önyargılarından kurtarmanın tek yolu insanların kafasını dönüştürebilmekten geçiyor. Bu anlamda, biz, kadın sorununun çözümünü kültür devriminde görüyoruz.

Kadın sorununun önemini, sosyalistçe çözümünü kavratacak ve insanları eğitecek olan kültür devrimi, sorunun çözümünde önemli, ancak sadece bir yanıdır. Konunun bir diğer yanı da kadın-erkek eşitsizliğinin maddi koşullarını yok etmek ve kadını ev işlerine bağımlılıktan kurtaracak koşulları yaratmaktır.

Kadınları ev işlerine kölelikten kurtaracak ve onları, yaratıcı yeteneklerini geliştirecek üretim içine sokmadan, kadın sorunu çözülemez. LENİN 1920 yılında ''Uluslararası Kadın Günü'' başlıklı Pravda'daki yazısında:

''(Kadınların) toplumsal bakımdan üretici çalışmaya katılmalarının, ev içi köleliğinden kurtarılmalarının, mutfağın ve çocuk odasının sonsuz sıkıcılığına olan aptallaştırıcı ve aşağılayıcı bağımlılıklarının kırılmasının önemine işaret ediyor. 'İşte başlıca görev' diyor.'' (Aktaran J.MİTCHELL, A.OAKLEY, Kadın ve Eşitlik s.129)

Marksist-Leninistler kadını ev içi köleliğinden nasıl kurtarmayı düşünüyor? Kadının gerçek kurtuluşunun savunucusu Marksist-Leninistler soyut propaganda peşinde değildir. Evet, bizler, en kısa süre içinde kadını ev işinden, mutfağın ve çocuk odasının ''aptallaştırıcı'' koşullarından kurtarabileceğimizi iddia ediyoruz. Bunun bir-iki yıllık iş olmadığını biliyoruz; ama diyoruz ki bu, birkaç on yılın işidir. Teknolojinin ulaştığı noktada, kadının ev işlerini yapacak otomatik bulaşık, çamaşır makinaları ile donatmak; geniş bir insan topluluğuna hizmet eden ve modern şehircilik anlayışıyla ele alınmış lokantalar, çamaşırhaneler, her şeyi kadının işyerine getiren alışveriş merkezleri, doğum ve dinlenme evleri, dispanserler, tüketim ve yardımlaşma kooperatifleri kurmak zor şeyler değildir. Çocuk bakımını kadın ve erkeğin ortak görevi olarak gören Marksist-Leninist anlayışımız, ayrıca çocuğu toplumun en değerli varlıklarından biri olarak gördüğünden, çocuğun doğumundan önce ve sonraki tüm yaşamında, en büyük özeni göstermeyi vazgeçilmez sorumluluğu kabul eder. Çocuk bakım merkezleri, emzirme odaları, kreşler, parklar yapmayı öncelikle garanti altına alır.

Kadını köleleştiren ev işlerini erkeğe ve topluma bölüştüren sosyalist toplum, kadının kendine ayırdığı zamanı artırmayı hedefler. Böylece kadın, kendini işinde geliştirmek, uzmanlaşmak, sportif, ve diğer sosyal etkinliklerde bulunmak için zaman bulabilecektir. Sportif, kültürel, politik etkinliklerde bulunan kadının aklı evindeki çamaşırda, bulaşıkta, yemekte, çocukta olmayacaktır. Ancak bu koşullarda kadın, kendini, her türlü çalışmasında zirveye çıkaran şansı elde edebilir. LENİN bunu şu parolayla ifade ediyor:

''Her mutfak kadını, devleti idare etmesini öğrenmelidir.''

Kadını her alanda geliştirmek, yönetici kademelerde erkeklerle eşit pozisyona çıkarmak Marksist-Leninistlerin hedefidir. Devrimini yapmış ülkelerin birkaç on yılda bu alanda -eksikliklerine karşın- önemli adımlar atmış olması yolumuzun doğruluğunu ispatlamaktadır. Buna karşın, varolanlar yeterli değildir, daha yapılacak çok şey vardır. Sosyalist ülkelerde, meclislerdeki kadın temsilci oranının kadın nüfusa göre düşük olması ve devletin en üst yönetim kademesinde bu oranın biraz daha düşmesi, hedeflerin henüz gerisinde olunduğunun göstergesidir. Ancak, bu geriliğin objektif nedenlerini de hesaba katmak gerekiyor. Bu nedenle kötümser olmamız için hiçbir neden yok. Sovyet Devrimi'nden Nikaragua Devrimi'ne kadar tüm devrim deneyleri, kadının binlerce yıllık köleliğinden kurtuluşunun da anahtarı olmuş, kısa sürede çok ileri adımlar atılmasını sağlamıştır.

Marksist-Leninistlerin önünde zorlu görevler duruyor. Toplumsal sorunların çözümünde hazır reçeteler yoktur. Kadın sorununda da hazır reçete sunmuyoruz. Sadece yöntem sunuyoruz. Ancak her sorunu çözüşte önümüze yeni sorunlar çıkacağı da bir gerçektir. Dolayısıyla Marksist önderler gelecek toplumu formüle ederken ayrıntıya girmemişler, kalın çizgiler çizmişlerdir. Bu doğru bir tavırdır. Bizler de yaratacağımız toplumda kadının kurtuluşuna giden yolu, ana hatlarıyla bugün yaşanan somut örnekleri ile görüyor ve gösteriyoruz. Açık ki, elimizde sihirli bir değnek yok. Ama üretici ve yönetici olarak kadına, yeni toplumun kurulmasında büyük değer ve önem veriyoruz. Ve bu, bize kadın sorununu çözmek için güç ve azim veriyor.

KADIN-ERKEK İLİŞKİLERİNDE ''ZORUNLULUK KRALLlĞINDAN ÖZGÜRLÜK KRALLIĞINA''

Biz Marksist-Leninistlerin, kadına ve kadın-erkek ilişkilerine ait görüşlerimize burjuvazi çok şey söyleyip saldırıyor. En çok yalana, karalamaya başvurduğu konulardan biri de budur.

Burjuvaziye göre komünistler ana bacı bilmez!...

Burjuvaziye göre komünistler karılarını da ortak kullanır(!), komünist koca eve girerken portmantoda bir şapka görse içeri girmez(!), çünkü karısının başka biriyle olduğunu bilir(!) onları rahat bırakır!...

Ve yine burjuvaziye göre komünistler aileye karşıdır, aileye düşmandır!...

Sosyalist ülkelere herhangi bir ziyaret yapan burjuva ve küçük-burjuvaların en çok merak ettikleri budur. Ve onların gazetelerinde, kitaplarında, anılarında kadın konusu en ilgi çeken konulardan biridir. Sosyalist ülkelere çamur atmak için ne yapar eder bir kadın meselesi, kadın konusu bulurlar, tüm otellerin lobilerini didik didik eder, fahişe ararlar, sinemada porno ararlar, tiyatroda, balede... Kısacası her yerde kadın eti ararlar. Çünkü bu konuya böylesine titiz eğilenler, dünyaya göbeklerinden bakarlar.

Objektif olunmak ve gerçekten bilimsel bir araştırma-inceleme koşuluyla, sosyalist ülkelerin bu yanıyla sorgulanmasına karşı değiliz. Aksine yararına inanıyoruz. Nitekim sosyalist ülkeleri bu yanıyla sorgulayanların başında biz geliyoruz. Çünkü biz sosyalizmin kadının gerçek kurtuluşunu sağlayacağına inanıyoruz. Ve sosyalizmde aksayan yanları açık yüreklilikle ortaya seriyoruz. Bu noktada, katedilen bunca yola karşın, sosyalizmde her şeyin güllük gülistanlık olmadığını, ''cenneti asa''nın yaratılmadığını biz söylüyoruz ve kimseye cennet vaadetmiyoruz. Ama sosyalizmin 70 yıl gibi tarih açısından kısa bir sürede, insanlığı çok ileri noktalara götürdüğünü ve cennetin yollarını açtığını da tüm samimiyetimiz ve inancımızla söylüyoruz.

Sosyalist ülkelerde fahişe arayanlar, elbette çok ararlarsa fahişe de bulabilirler, kimi otel lobilerinde. Ama kimse, değil Küba Devrimi öncesi Havanası'nda olduğu gibi 15 bin fahişe, tüm Küba'da bunun izine bile rastlayamaz. Kimse, devrim öncesi Vietnam'ın sokaklarında bedenini satan gencecik kızları bulamaz. Uluslararası karayolunda kendini satan Bulgar kadınları da bulabilir isteyenler, ama kimse Bulgaristan'da devletin vergilendirdiği bir fuhuş sektörü, genelevler, seks-shoplar, Bulgar mağazalarının vitrinlerinde şişirme plastik kadınlar bulamaz. Moskova'da yabancıların gittiği otellerde fahişelere rastladığını söyleyenler, nedense Moskova'nın geniş caddelerine dizilmiş kadınlar göremediğini anlatmaz; Moskova sinemalarında porno film bulamadığını anlatmaz; fahişeliğin en ağır biçimde cezalandırıldığını söylemez. Onlar devrim öncesi Vietnam'da varolan yüzbinlerce fahişenin nasıl eğitildiğini ve topluma kazandırıldığını anlatmazlar ve tüm bunları yazarken LENİN'in -orospuların üretken çalışmaya yöneltilmesi, toplumsal ekonomiye katılması- sorun budur.'' (Kadın ve Aile, Sol Yayınları 1. baskı, Clara ZETKİN ''LENİN'le Anılar'' s.250) deyişinden, hiç söz etmezler.

Toplumsal koşulların fahişeliğe ittiği kadınları yakalamaktaki amaç, onları vesikaya bağlayarak ondan kazanç vergisi almak ve buna da kredi, teşvik vs. yoluyla el koymaktır. Manukyan'ın vergi rekortmenliğiyle övünen burjuvazi sosyalist ülkelerde soyu tükenen ya da tükenmek üzere olan istisnai fahişeliği kendine dayanak yapma ikiyüzlülüğü içindedir.

Toplumumuz sosyalist de olsa, birtakım hastalıklar, zaaflar ve geçmiş toplumdan arta kalan binlerce pislik olacaktır. Bunları tedavi etmenin bir zaman sorunu olduğu ortadayken, sosyalizmden, binlerce yıllık pislikleri birkaç yılda temizlemesini beklemek eğer art niyet değilse, insafsızlıktır.

Daha bugünden kadını toplumun en üst yönetim kademelerine yükselten ve onun üretim içinde yeteneklerini açığa çıkaran, ev işlerinin aşağılatıcı ve köleleştirici bağlarından kurtarma alanında çok büyük bir yol kateden sosyalizm karşısında, şaşkınlığını sürdüren kapitalist-emperyalist sistem, çareyi onu karalamakta buluyor. Bunun için de en küçük bir fırsatı kaçırmıyor. Pireyi deve yapıyor ve sosyalizmin prestijini düşürmeye çalışıyor.

Başta Amerikan emperyalizmi olmak üzere, tüm emperyalistlerin bu saldırılarına; Türkiye gibi emperyalizme bağımlı ülkenin egemen sınıfları da katılıyor. Her yeri çirkefe bulaşmış oligarşiler, sosyalist ülkelerde toz arıyor ve bulduğunda da tüm iletişim araçlarını kullanarak halkların dikkatini buraya yönelterek, kendilerini temize çıkarmanın hesabını yapıyorlar. Bu nedenle oligarşinin, özellikle 12 Eylül cuntası sonrası basın-yayın organları aracılığıyla devrimcilerin ahlak anlayışlarına saldırısı şaşırtmıyor bizi.

Cunta sonrası oligarşi bir ''devrim nikahı'' tutturdu gidiyor. Nedir bu devrim nikahı? Nereden çıktı?

Bu konuya açıklık getirmek için önce Marksist-Leninistlerin evlilik kurumuna nasıl baktıklarına değinmemiz gerekiyor. Bizler evliliğe, nikaha karşı mıyız?

Sadece ve sadece sevgiye dayanan, yaşamı paylaşmayı içeren bir evliliğe inanıyoruz.

Burjuvazinin ve feodalizmin sevgi dışında oluşturduğu evlilik kurumunu reddediyoruz.

Evliliğe paranın, şirketlerin birleşmesi olarak bakan burjuva evliliği kurum olarak yok edeceğiz.

Kadını eve bağlayan ve kadını bir süs eşyası olarak gören ve erkeğin egemenliğine, tek eşlilik görüntüsü ardında ''dost'', ''metres'' tutmayla çok eşliliğe vardırılan evliliği, aileyi kurum olarak yok edeceğiz.

Evet, biz burjuva aile kurumunu, sevginin, saygının, yaşamı paylaşmanın yerini; para, cinsel sömürü ve aldatmanın aldığı aileyi kurum olarak yıkıp, yerine sosyalist esaslar üzerine kurulu aileyi kuracağız.

Üretim içinde yerini alan kadının hiçbir ekonomik kaygı duymadan, hiçbir toplumsal baskı altında kalmadan, sevgiye dayalı bir ilişki sonucu yapacağı evlilikten oluşan aileyi savunuyoruz. Özgür evlilik, ancak, özel mülkiyetin ve eş seçiminde ekonomik etmenlerin yok edildiği koşullarda sözkonusu osabilir.

Kadının ve erkeğin ortak sorumluluğuna, iki taraflı bir sevgiye dayalı aile kurumumuzda, kadın ve erkek boşanma hakkına sahip olacaktır. Ve nasıl ki evliliğin temeli aşksa, aşkın bittiği koşullarda da evlilik bitmelidir. Bu, her iki tarafa da acı veren bir ilişkiye son vermek demektir. Ancak, bundan boşanmayı teşvik edeceğimiz, boşanma çağrıları yapacağımız anlaşılmamalıdır, ya da bu hakkın varlığı herkesin bu hakkı kullanacağı anlamına da gelmez. Biz, sadece toplumumuzun aşkı ve yaşamı paylaşmayan evliliklere dayanamayacağını, bunun üzerine sağlıklı bir toplumsal yapı kurulamayacağını söylüyoruz. Ve iddia edilenin aksine, Marksist-Leninistler sağlam temeller üzerine kurulmuş aile kurumunu güçlendirirler.

Bizler kadın-erkek ilişkisine, evliliğe sadece ve sadece aşk yön vermelidir diyoruz. Ve aşk, beraberce yaşanılacak bütün bir yaşamın paylaşılmasında ifadesini bulur. Aşk, sadece duyguda birlik değil, düşüncede de birliktir. Yaşam, ancak duygu ve düşünce ortaklığıyla paylaşılabilir.

İşte bizim kadın-erkek ilişkilerine ve evlilik kurumuna bakışımız. Bu düşüncelerin sonucu olarak evlilik ilişkilerine sadece bir resmi nikah, kağıt üzerinde birlik olarak bakmadığımız anlaşılacaktır. Kadın ve erkeğin kağıt üzerine imza atmasıyla oluşacak evlilik, eğer sevgiye dayanmıyorsa ne anlam ifade eder? Güya tek eşliliği gösteren ve kadın ile erkeği taahhüt altına sokan resmi nikah bugünkü aile kurumunda erkeğin kadını (ya da az da olsa tersi) aldatmasını ve erkeğin dost, metres ve fuhuş yoluyla çok eşliliğini engelleyebiliyor mu? Esbette hayır! Çünkü tek eşliliğin maddi ve manevi koşulları hazır değilse, eş aldatma ve fuhuş engellenemez. Eğer bugün burjuva-feodal aile kurumu hâlâ şöyle veya böyle ayakta duruyorsa, bu, kadının ekonomik olarak özgürlüğüne kavuşamamış olması, toplumsal baskı ve kadının bilinçsizliğindendir. Burjuva-feodal aile kurumunun sağlamlığından değil.

Tüm bunlara karşın biz Marksist-Leninistler halkımızın değer yargılarına saygılı olduğumuz için, bizim açımızdan pek bir şey ifade etmeyen nikaha da karşı değiliz. Yoldaşlarımızın evliliklerinde temel olan şey sevgi ve yoldaşça ilişkiler olduğu halde, nikah kıymakta da bir sakınca görmüyoruz. Ancak kimi durumlarda yoldaşlarımızın nikah kıyma koşullarını bulamadıkları ve bu nedenle evliliklerini Hareketimizin bilgi ve izni dahilinde sürdürdüklerini, bunu da yeterli gördüğümüzü belirtelim. İllegalite koşullarında resmileştirilemeyen evlilikler, Hareketimizin nezdinde resmileşmiştir. Ancak kadın ve erkek yoldaşlarımız arasındaki ilişkide harç görevi gören aşk ya da yoldaşlık bağları koptuğu zaman, bu ilişki de biter.

Burjuvazi ''devrim nikahı'', ''kadın ortak'' vb. ile bizleri nasıl karalamaya çalışırsa çalışsın, bunların hiçbirini bizde bulamaz. Serbest aşk, cinsel özgürlük bize değil, burjuvaziye ait kavramlardır. Bizlerin bu kavramlarla en küçük yakınlıkları dahi yoktur. Bu konuya yaklaşımımız, hiçbir yanlış anlaşılmaya yer vermeyecek kadar açıktır.

''Bu aşk özgürlüğü -diyor LENİN- ne yenidir, ne de komünistçedir... Komünizm keşişler getirmemelidir, tersine, yaşam sevinci, yaşam gücü, gerçekleşmiş aşk yaşamı getirmelidir. Oysa (...) cinsel azgınlık, yaşam sevinci ve yaşam gücü vermiyor, yalnızca onları azaltıyor.'' (''LENİN'le Anılar'' Clara ZETKİN, Kadın ve Aile, s.257)

Cinsel yaşamın dizginsizliğini burjuvaca bir çöküş belirtisi olarak değerlendiren LENİN'in bu yaklaşımları burjuvazinin ve birtakım feminist akımların hoşuna gitmeyebilir.

Burjuvaziye ve küçük-burjuva aydınlara özgü olan cinsel özgürlük tezlerini Marksist-Leninistlere yamamaya çalışanlar boşa kürek çekiyorlar.

ENGELS, aşkın üzerine kurulacak evliliği ''zorunluluk krallığından özgürlük krallığına'' geçiş olarak niteliyor. Bizler ''özgürlük krallığı''na geçişi savunuyoruz. Bizim evliliklerimizde hiçbir dış baskı hiçbir çıkar hesabı, hiçbir önyargı yoktur. O aşka, karşılıklı anlaşmaya dayanır. Bunu, ille de kağıt üzerinde sözleşmeye dönüştürmeyi şart koşmuyoruz, bu tür formalitelerin hiçbir bağlayıcı yanı olmadığını, burjuva-feodal evlilik deneylerinden biliyoruz. Gerçek dayanaklardan yoksun bir evliliği hiçbir akit kurtaramaz. Bütün bu gerçeklere karşın, nikaha karşı olmadığımızı, ama evliliği ayakta tutacak olanın kağıt üzerine imza atmak olmadığını da bir kez daha belirtiyoruz.

Kendi çirkefine bizi bulaştırmak isteyen burjuvazinin bir diğer karalama malzemesi de, kadını ortak gördüğümüz iddiasıdır. Bu karalamaya en iyi cevabı MARKS ve ENGELS veriyor. Şöyle diyor:

''Komünist düzen, kadınların ortaklaşılmasını getirmez, tersine, daha çok ortadan kaldırır.'' (''Komünizmin ilkeleri'' ''Komünist Manifesto'nun Doğuşu'', Sol Yayınları, Ankara 1976, s. 216)

ENGELS bu sözlerini Manifesto'da şöyle tamamlıyor:

''...Tüm burjuvazi, siz komünistler kadınlarda ortak mülkiyeti getireceksiniz diye koro halinde bağırışıyor.

''Burjuva için karısı üretim aracından başka bir şey değildir. Üretim araçlarının ortaklaşa kullanılacağını duymuştur ya, bundan doğal olarak, kadınların da sosyalleşmeye (paylaşılmaya -bn-) tabi tutulacağı sonucunu çıkarmıştır.

(......)

''Proleterlerin karılarını ve kızlarını el altında bulundurmakla yetinmeyen burjuvalarımız, eğer resmi fuhuş kurumundan yararlanmalarının sözünü etmezsek birbirlerinin karılarını ayartmaktan büyük zevk duyarlar.

''Burjuva evliliği, gerçekte, evli kadınlarda ortaklık sistemidir; (...) Bugünkü üretim düzeninin ortadan kaldırılmasıyla, bundan doğan, kadında ortaklık, yani resmi ve gayri resmi fuhuş da zorunlu olarak kendiliğinden ortadan kalkacaktır.'' (Komünist Manifesto, Bilim ve Sosyalizm Yayınları, Mart 1976, s. 48-49)

MARKS ve ENGELS'in tam yüz kırk yıl önce hiçbir yoruma gerek duymayacak kadar açık bir dille belirttikleri bu sözlere karşın, karılarını ortaklaşan burjuvazinin bizleri de kadını ortaklaşmak istemekle itham etmesi komiktir, aczini gösterir.

Biz, büyük şairimiz Nazım HİKMET'in dizelerindeki gibi

''Yarin yanağından gayrı

her şeyde

her yerde

hep beraber'' diyoruz.

Bu konuda bize yönelik karalamalar hiçbir sonuç veremez. Ama burjuvazi devrimcilerin kadın-erkek ilişkilerine bakışlarının halka mal olmasını engellemek ve bizleri karalamak, daha olmazsa düşüncelerimizin kitlelere çarpıtılarak ulaşması için, çaba göstermekten vazgeçmeyecektir.

Burjuvazi bu anlayışımızı çarpıtmak ve bizleri halktan uzaklaştırmak için, sol gözüken hatta kendisine Marksistim diyenleri kullanıyor. Sosyalizmin prestijinden etkilenen küçük-burjuva sosyalistlerinin, kadın sorununa bakışlarındaki çarpıklığı ve onların sapkın ilişkilerini gösterip, ''işte bakın! Komünistler böyledir, onlar kadın-erkek ilişkilerinde özgürlük deyip, her gün bir başkasıyla ilişkiye girerler'' diyor.

Küçük-burjuva sosyalistlerinin, feminist akımların ''cinsel özgürlükçü'' anlayışları bizi hiç mi hiç bağlamıyor. Ve bu tür anlayışlarla mücadele eden biziz. Burjuvazinin bunları bize karşı kullanarak ahlak hocası kesilmesi, demagoji ve ikiyüzlülükten başka bir şey değildir. Çünkü kadını ortaklaşan ve her gün bir dala konan böcek misali resmi ve gayrı-resmi fuhuş ilişkilerinin içinde yüzen burjuvazinin kendisidir. Ama bu ikiyüzlülük de onun ahlaksızlığını örtemeyecektir.

Biz, iki cinsin ilişkisini ''bir bardak su içmek gibi basit ve önemsiz'' bir ilişki olarak görmüyoruz. Bu konuda LENİN'in Clara ZETKİN'e deyişleri çok açıktır. Şöyle der LENİN:

''Komünist toplumda cinsel yaşamın eğilimlerini, aşk gereksinimlerini doyurmanın 'bir bardak su içmek gibi' basit ve önemsiz olduğunu söyleyen ünlü teoriyi elbette biliyorsunuz...

(...)

''Ünlü bir bardak su teorisini tümüyle Marksist-dışı ve üstelik toplumsal-dışı sayıyorum. (...) Susuzluk giderilmek ister. Ama normal insan, normal koşullarda sokak çamuruna yatıp bir çirkeften içer mi? Ya da kenarı birçok dudağın değmesiyle yağlanmış bir bardaktan? Hepsinden önemlisi işin toplumsal yanıdır. Su içmek gerçekten bireyseldir. Aşkta iki kişi vardır ve bir üçüncü, yeni bir yaşam doğabilir. Bu olguda bir toplumsal çıkar vardır, topluma karşı bir ödev vardır.'' (Kadın ve Aile, ''LENİN'le Anılar'' Clara ZETKİN, s. 256-257)

Sokak çirkefinden ya da yağlı bardaktan su içmeyi alışkanlık haline getiren burjuvazi, ''çamur at izi kalır'' örneği devrimcilere durmadan çamur atadursun, biz doğru bildiğimiz yoldan şaşmayacağız.

Anaerkil toplumda liderlikten köleliğe düşen kadının serüveni, sosyalizmle birlikte yeni bir dönemece girmiştir. Bu dönemeçten sonra kadın, gerçek kurtuluşuna doğru emin adımlarla ilerlemeye başlamış, daha şimdiden gerek üretici gerek yönetici olarak yeni toplumun kuruluşuna katılmıştır.

Dünya nüfusunun yarısını oluşturan kadınlara kurtuluşu kimse bahşedemez. Kadının kurtuluşu kendi eseri olacaktır.

Bir ülkede demokrasinin ölçütlerinden biri de, kadınların hak ve özgürlüklerinin boyutudur. Bu anlamda, en ileri demokrasiyi içerecek olan yeni toplumun kavgasını veren biz Marksist-Leninistler, LENİN'in şu sözlerini bir an bile aklımızdan çıkarmıyoruz.

''Proletarya, kadınların tam kurtuluşu için savaşmadan, kendisini kesinlikle kurtaramaz.'' (Kadın ve Aile, s.241 )


(*)Rakamlar, genellikle Zeynep Oral'ın ''Kadın Olmak'' adlı kitabından alınmıştır. (7.baskı, Eylül 1984, Milliyet Yayınları)